Essays


MERSİYE

  


80 li yıllardı, lise öğrencisiydim.Üzerimizden bugün bile olumsuz etkilerini atamadığımız darbe yıllarıydı.Apolitize edilmiş bir kuşaktık,hadım edilmek gibi birşeydi bu sanırım. Okulumuzda hergün askerler nöbet tutuyor,kimi zaman gözlemci olarak derslere bile giriyorlardı.Benim için artık bir tek şiir,sanat ve aşk önemliydi. 

Okul çıkışları, o yıllarda internet olmadığından ödevlerimle ilgili araştırmalar yapmak için semtimizdeki ‘‘beyaz adam’’ isimli kitapçıya gidiyordum.Sahibiyle de gidegele dost olmuştuk.Yardımsever,dürüst,fazlasıyla zeki,entellektüel,sinirli,biraz kaba ama dost bir insandı.Okul ödevlerime yardım etmesinin yanısıra sanatsal ve bilimsel ağırlıklı entellektüel sohbetler yapardık,bana okumam için kitaplar önerirdi,hatta bugün bile sakladığım Yazko yayınlarından çıkmış kitaplar hediye etmişti.Kitapevine çeşitli mesleklerden birçok dostu da uğrardı.Sanırım en gençleri bendim içlerinde.Onların sohbetlerine katılirdım.Çoğu zaman şiirden ,sanattan ve bilimden bazen de aşktan söz ederdik.Hayret konuşmalarımızda pek politik konulara değinilmezdi( 12 Eylül darbesi onlarıda mı temkinli yapmıştı acaba )Bu yüzden yıllar öncesinin beyaz adamının, öldürülmesiyle bugün neredeyse Türkiye’nin kaderinde milat yaratan Hrant Dink olacağını o yıllarda düşünemezdim! 

Lise bitti,üniversiteye başladım.Hayatımı hala ve sanırım ölünceye dek etkileyecek olan sevgilimle tanıştım. 

Saf ve temizdik,birbirimizi nasıl da seviyorduk,ölünceye dek beraber olacağımıza dair yeminler edip papatyalara dolmakalemle isimlerimizi yazıyorduk.Aşkım platonik başlamıştı ama karşılıklı olduğunu hissediyordum,sonra işte olanlar oldu.O günden sonra yaşamım geriye dönülemez bir biçimde değişti.Etkileri ve izleri hiç bir zaman yok olmayacak bir ilişki içine girdim.Bir yandan da hep şiir vardı hayatımda.Attila İlhan, Özdemir Asaf ve Necip Fazıl’ı okuyordum en çok. 

Üniversite birinci sınıftayken şiirlerine lise yıllarından beri hayran olduğum Attila İlhan ile tanışma şansına eriştim.İlk randevumuz Taksim meydanındaki bugünkü Mac Donalds’ın yakınlarında, şimdi var olmayan Pandorosa isimli kafede oldu.Burası o dönem Attila İlhan ‘ın sık sık gittiği bir mekandı.Onunla da dostluğumuz o ölünceye dek sürdü.Bugün bile konuştuklarımız kulaklarımda.Onu ve sohbetlerimizi çok özlüyorum. 

Şiirden arta kalan zamanlarda ise öyküler ,romanlar okuyordum en çok da Tezer Özlü,Sevgi Soysal,Pınar Kür ve Nazlı Eray’ı.Tabi yanısıra birçok yabancı yazarı da.Bir yandan da yoğun olarak müzik dinliyorduk.Ben daha çok yerli müzisyenleri seviyordum,Timur Selçuk,Zülfü Livaneli,Barış Manço,MFÖ,Sezen Aksu,Nilüfer,Ajda Pekkan,vb.O ise iyi bir yabancı müzik dinleyicisi idi.Barbara Streisand, Joan Baez ve Bob Dylan gibi şarkıcıları keşfettim sayesinde.Bir yandan üniversiteye devam ediyor,öte yandan her anlamda yaşamı keşfediyorduk birlikte.Aynı zamanda sıkı bir tiyatro izleyiciydim de .Aylar öncesinden kuyruklara girip tüm oyunlara biletler alıyor ,özellikle şehir ve devlet tiyatrolarından izlemediğimiz bir oyun kalmıyordu neredeyse,keza bale ve opera da öyle.İstanbul film festivali başlayalı birkaç yıl olmuştu,günler öncesinden kuyruklara girilip hatta bilet bulabilmek için kuyrukta sabahlanıyordu.Hiç unutmam, görmeyi çok istediğim öyküsü Afrika’da geçen bir filme bilet bulamamış,belki son dakikada biletini satan biri çıkar diye gişe önünde beklerken yanıma yine o yıllarda hayranı olduğum Zeynep Oral yanaşıp ‘‘ ben de bir bilet fazla var,kocamı bekliyordum ama geç kaldı,sen anladığım kadarıyla bu filmi görmeyi çok istiyorsun’’ diyip öbür biletini bana vermişti ve filmi birlikte izleyip sohbet etmiştik. 

Bir de 80’li yıllarda sanatta Bedri Baykam furyası esiyordu.Yaptığı sergiler o yılların Türkiyesi için özellikle yurtdışına gidip böyle sergiler görmemiş olanlar için sanırım çok önemliydi.Açılışlarında izdiham olur,kuyrukta beklerdik içeriye girebilmek için. 

Atıf Yılmaz’ın genellikle şehirli entellektüel kadınların sorunlarını ve özgürlük mücadelelerini anlatan ve bizim kuşağın genç kızlarını en az Duygu Asena’nın Kadınca dergisi kadar etkilemiş filmlerinin yanısıra o yıllarda bizi etkileyen hiç de sanatsal içeriği olmayan filmlere de giderdik. 

Videoların çok popüler olduğu yıllardı.Betamax ve VHS videolar vardı.Genelde VHS lerde daha iyi filmler bulunuyordu.Ancak,kaliteli fimlere rastlamak her zaman kolay değildi.Sık sık kaset kiraladığımız ,kıskançlık yüzünden karısını döven sonradan adı küçük yolsuzluk olaylarına da karışan vidocunun insafına ve zevkine kalıyordu kimi zaman işimiz.Ahu Tuğbalı,Serpil Çakmaklılı,Nuri Alçolu,Salih Güneyli ibret alınacak filmleri de izliyorduk. 

Bugün bile İstanbul’un en sevdiğim mekanlarından olan Bilsak 5.katın o yıllarda Yeniköy’de güzel bir yazlık mekanı vardı.Ve biz sevgilimle taksiye verecek paramız olmadığı için minibüslerle oraya gider, Bilsak ‘da birşeyler içip çok sevdiğimiz caz şarkıcısı Nükhet Ruacan’ı dinlerdik. 

Mekan bembeyazdı.Nükhet Ruacan beyaz bir elbise giymişti ve sevdiğim masamızda duran beyaz minik bir kır çiçeğini ona verdiğinde Nükhet Ruaca’nın gözündeki mutluluğu ve bunun da bizi nasıl mutlu ettiğini hala unutamam.Şimdi ne yazık ki,N.Ruacan artık yaşamıyor.Biz de birarada değiliz.Sözler,yeminler defalarca yinelenmesine karşın tutulmadı,tutulamadı.Halbuki,gerçekte onunla yaşamaya ve ölmeye hazırdım. 

Aslında tüm bunları yazmaya nasıl başladım onu anlatayım.Geçtiğimiz günlerde Michael Jackson’ın ölümü beni epeyce etkiledi.Çok klasik olacak ama gençliğimizin bittiğini anladım.Hiçbir zaman koyu bir Michael Jackson hayranı olmamakla birlikte kanımca gelmiş geçmiş,80 li yıllara Madonna ile birlikte damgasını vurmuş en önemli müzik dahilerinden birisiydi.Bugün de TV’de bir Türk müzik adamının 54 yaşında kalpten öldüğünü duyup epeyce duygusallaştım.Onun da hayranı falan değildim.Ayrıca,şarkıcı da değil, iyi bir gitaristti.Ama ne gariptir ki tüm bunları yazmak için beni tetikleyen onun ölümü oldu.Biz 80’li yıllarda aşkımızı yoğun olarak yaşarken bu müzisyenle aynı semtte oturduğumuz için sık sık karşılaşıyorduk.Sanırım o bizim hiçbir zaman farkımıza varmamıştı.Zayıf bedeni, karınca gibi incecik bacakları vardı ve hep daracık pantolanlar giyerdi.Evet herkes birer birer gidiyor,gittikleri yerde sessiz ama derin boşluklar bırakarak.Bencillik olacak belki ama, sanki onların yok oluşlarından çok asıl kendimize, anılarımızın puzzle’ın parçaları gibi yok oluşlarına üzülüyoruz.Onları tanımasak da, tanıyıp sık sık hatırlarını sormasak da orada öylece kalsınlar, varolsunlar istiyoruz . 

Onlar artık yoklar.Biz de birarada değiliz.Ve ben hepsinin arkasından zaman zaman sessiz çığlıklar atıyorum.Geri gelmeleri olanaksız, o günlerin de.Ama şiirleri,şarkıları ve eserleriyle varlar,hep de var olacaklar. 

Oysa biz daha yok olmadık,kim bilir belki birgün gençlik sözlerimizi,yeminlerimizi tutmanın zamanı gelir.Umarım o zaman hiçbirşey için çok geç olmaz.Ben de üzerinde onun adı yazılı olan artık neredeyse fosilleşmiş papatyayı kendisine veririm kimbilir... 

Ağustos 2009-Ocak 2010










   Suha Arın’ın anısına,

Likya’nın sönmeyen ateşi

Olympos muzip, ateşli çağrışımlar demektir biraz da benim için.Çok sevdiğim hocam yönetmen Suha Arın’ın ‘‘ Likya’nın sönmeyen ateşi ’’ belgeselinin yıllar önce TRT tarafından ‘’kim bu ateşli kadın Likya’’ diye adından dolayı daha izlenmeden sansür edilmesi,yine Olympos demek iki tavuskuşunun birleşme öncesi serenadlarını izleyip tam da yanlış bir zamanda çalan cep telefonunun azizliği yüzünden biz şehirliler için çok ender rastlanabilecek andan mahrum olmak demek.


İsmini ilk duyduğumda 80’li yılların başıydı.Kuzenim sık sık gider ve övgüyle söz ederdi oradan.İsmi bile görmeden heyecan yaratmıştı bende.Ama nedense burası da yine tıpkı o ada gibi gitmeyi ertelediğim,ertelediğimiz yerlerdendi.*Canım nasıl olsa giderdik birgün.Ama olmadı hep uzaklar çekti bizi,daha uzaklar.Ve tuzak oldu sonunda bize o uzaklar.

Ne tuhaftır ki ayrılmamızın henüz baharında en bunalımlı anlarımdan birinde ,hem de kışın ( tıpkı o adaya ilk gidişim gibi )bir arkadaşımın ısrarıyla kalkıp gittim.Tesadüfen doğumgünüme de denk geldiği için orada kutladım,tabi buna doğumgünü kutlamak denirse.Öksüz,onsuz,arkadaşım,ben,pansiyonun kedileri, narenciyeler ve tabi bir de Likya’nın sönmeyen ateşi.


Olympos dağına ‘‘ yanartaşı ’’ görmek için ilk çıkışımızı unutamıyorum.Aslında tam bir düş kırıklığı olmuştu benim için.Onca yıl gözünde büyüt, içinde yaşat sonra sanırım biraz da mevsimden dağ tepesinde cılız ateş öbekleri,etrafında sucuk pişiren kalabalıklar tam bir Türk girişimcilik örneği olarak görülebilecek binlerce yıllık ateşte çay demleyip satanlar ha bir de ateşe su döküp söndürmeye çalışanlar vardı ki,tabi sönmeyince de gülüp eğleniyorlardı.

 O günden sonra birçok defa gidip geldim oraya.Tanrı fazlasıyla cömert davranmış bu coğrafyaya.Tarih desen orada,doğa desen öyle,deniz carettalar,herşey.Eksik olan bir biz.

10 yıl kadar sonra tekrar gidişimde bu defa arkadaşlarımla hava kararmadan yanartaşa çıkıp güneşi orada batıralım dedik.Yıllar önceki olumsuz düşüncelerim tamamen değişti.Böyle bir güzellik az bulunur.Ölmeden önce yapılması gerekenler listesine eklenmeli bence.Yanınıza içmekten zevk alacağınız içkilerinizi ve sevdiğiniz her kim varsa alın.En az bir iki saat geçirin o dağın tepesinde.Doğa karşısında büyülenmek böyle birşey işte.Mucizelere daha yakın hissediyor insan kendini orada.


Biz üç kafadar güneşi orada batırdık ve canımız hiç ayrılmak istemedi.Kış olduğu için tek tük gelen diğerleri de ayrıldılar.Biz adeta büyülendiğimiz için ayrılamadık.Neredeyse hiç konuşmadan anı seyre daldık.Ne kadar sonra bilmiyorum gözümüzü adeta kör edebilecek yoğunlukta bir ışık belirdi gökyüzünde.Ardından büyük bir gürültü koptu.Sonrasını tam anımsıyamıyorum,aklımda kalan benim tek başıma dağın tepesinde olmam ve dev bir uzay aracına benzeyen cismin dağın tepesine düşmüş ya da inmiş olduğuydu,tıpkı Reha Erdem’in Kosmos filminde olduğu gibi,tabi o zamanlar bu filmi henüz izlememiştim.Birden aracın kapısı açılıp içinden unutamadığım o çok ama çok sevdiğim sevgilim inmesin mi!Bu son derece gerçeküstücü durum o zaman ne denli olağan görünmüştü gözüme,yalnızca şaşırmıştım.Birbirimiz görünce hiç duraksamadan kucaklaştık.İç içe geçmiş gibi sımsıkı sarılıp öylece kaldık,uzun çok uzun bir süre ya da bana öyle gelmişti bilmiyorum.Aslında konuşacağımız, ona soracağım,anlatacağım o denli çok şey vardı ki ama anın büyüsünü bozmaktan çekinip konuşamadım, hatta onu ne kadar çok özlediğimi bile söyleyemedim.Ama sımsıkı sarılmamız ikimizin de hala birbirimizi ne kadar çok sevdiğini ve özlediğini anlatıyordu zaten.

Birden arkadaşlarımdan birisinin sesini duydum,beni çağırıyorlardı.Sesin geldiği yöne dönüp baktıktan sonra artık ne sevdiğim ne de o tuhaf araç oradaydı.İçimde garip bir şekilde mutluluk yerine sanki onun bedeninden bana geçmiş bir acı duygusu vardı yalnızca.Tüm bunların gerçek olmadığını ve kendi yaratmış olduğum bir hayal olduğunu düşündüğümden arkadaşlarıma da birşey anlatmadım.Haklısınız çok geç oldu gidelim artık demekle yetindim.Zaten onlar da nereye kaybolduğumun dışında birşey sormadılar.O büyük gürültü ve ışıktan da hiç söz etmedik aramızda.Kaldığımız pansiyona geldiğimizde giysilerimi çıkarırken cebimden minik bir papatya düştü.Acaba ben mi biryerden koparıp koymuştum yoksa yaşadıklarım gerçekti de o papatyaları çok sevdiğimi bildiğinden cebime mi bırakmıştı bunu hiç anlayamadım çünkü İstanbul’a döner dönmez kendisini aradığım halde yine telefonlarıma çıkmadı, belli ki beni hala affetmemiş. Halbuki, onun kurtarıcısıydım, perisiydim, herşeyiydim. Şimdi ise artık bana ölesiye güvenmiyor.

Neyse siz yine de bana bakmayın umudunuzu kırmayın.Yalnız bile olsanız gidin.Ben okyanusları da aşsam, dağlara sönmeyen ateşlere de tırmansam ,ağlama duvarlarında da ağlasam ,piramitlere de çıksam benim durumum bu.Ama artık kabullendim eksik bir yapboz oyunu gibi yaşamayı,yaşamayı taklit etmeyi,ederken de her ne hikmetse zevk bile almayı öğrendim artık.

Sahi, ne zaman sönecek bu Likya’nın ateşi?

Yeşim Ağaoğlu
Nisan 2010



KOLEKTİF MAHREM

Mahrem sözcüğü  içersinde  özel,gizli,sır,dokunulmaz gibi pek çok anlamı da barındırıyor.Bizim gibi doğu toplumlarında ise mahrem kavramı ister istemez dinsel anlamlar da çağrıştırıyor.Örneğin tanrı ile kul arasına başka bir kimsenin girmemesi gerekliliği ve manevi hayatın,ibadetin gizliliği gibi.Müslümanlığın yoğun olarak yaşandığı doğu toplumlarında mimariden giyilen kıyafetlere dek gündelik ve toplumsal yaşamda kadınlar mahremle ilişkisi en fazla olan kesim haline geliyor.Örneğin, Osmanlı yapılarındaki kafesli pencereler,haremlik selamlık odalar,ibadethanalerdeki haremlik selamlık ayırımı,vb.
Ve mahrem kavramı neredeyse paradoksal  bir biçimde cinselliğe de gönderme yapıyor.( özellikle kadın cinselliğine )Giysilere gelince ferace,çarşaf ve günümüzde çokca söz edilen ülkenin bir sorunu haline getirilen türban,denize girmek için mayo yerine bir kesim tarafından tercih edilen haşeme,vb gibi.Bu saydıklarımızın çoğu kadını erkekten, yani namahremden sakınmak için kullanılan şeyler.( eş,kardeş,baba,çocuk  dışındaki erkeklerden )Bunun yanısıra doğu toplumlarındaki kadınlar batılı hem cinslerinin tersine fiziksel ve duygusal açıdan daha rahat bir şekilde mahremlerini paylaşabiliyorlar.Örneğin hamamlar ya da ülkemizde ‘’gün’’ adı verilen kadın toplantıları.Buradan bizim konumuz olan kolektif mahreme geldiğimizde ise teknolojinin ve iletişim araçları kullanımının doruğa çıktığı küreselleşen kapitalist dünyamızda en yakın dostlarla dört duvar arasında paylaşılan ve bazen de dedikodu yüzünden sorunlara neden olan mahremiyet artık pervasızca,sakınılmaksızın TV programlarında ( özellikle kadınların en çok izlediği saatlerde, öznesi ve yine nesnesi kadın olan programlarda ) ya da internet ortamalarında paylaşılır hale geliyor.
Daha eğitimli toplumlarda ya da çevrelerde ise mahremiyet kavramı cinsellikle ilişkisinden  ya da kadına özgü olmaktan çıkıp özel hayatın gizliliğine ya da kişiye özel olan ne varsa ( tutulan günlükler,mektuplar, bugün artık çoğunlukla kullanılan kısa mesaj ve e-postalar) hepsini kapsayabiliyor.
Kişilerin ya da toplumların bireyselleşme oranı arttıkça mahrem duygusu da o denli artıyor.Tersine kolektif bir yaşam tarzında ise yeterince mahremiyet olgusu yaşanamıyor.( örneğin kalabalık aileler,yurtlar ve her türlü zorunlu olarak yaşanan ortak alanlar )Mahrem ister istemez dokunulmaz olanı da çağrıştırıyor.’’ Bana ve benim olana ben izin vermeden dokunmayın’’ durumu.
Mahremiyet bireyselleştikçe kişinin birey olabilme potansiyeli de artıyor.Tersi olunca , yani kolektif mahremde ise azalıyor.Bebeklikte rastlanmayan mahremiyet olgusu çocuklukla beraber yavaş yavaş gelişiyor.Günümüzde kimi zaman isteyerek kimi zamansa zorunlu olarak mahremimizi paylaşmaya itiliyoruz.( facebook,internet,fotoğraflar,videolar,sokaklara konan kameralar,vb. )
Mahremiyet içinde yalnızlığı da barındırıyor.Yalnızlık ihtiyacı ya da gerçeği ise gelişmiş toplumlarda daha yaygın.Dolayısıyla bu toplumlarda bu anlamda mahremiyete daha fazla önem veriliyor diyebiliriz.
 Öncelikle medyatik diyebileceğimiz kişilerin başlattığı özel hayatları deşifre etme hali çoktan sıradan insanlara da sirayet etmiş durumda.Toplumun her kesiminden insan artık rahatlıkla TV  kanallarına çıkıp bir psikolog sandelyesine oturmuşçasına özel hayatlarını milyonlarla paylaşabiliyor.Buradan da yola çıkarak mahremin içinde teşhir ve röntgencilik olgusunu da barındırdığını söyleyebiliriz.Yani bizler de ya teşhirci ya da röntgenci olarak konumlanmış durumdayız.
Günümüz toplumlarında özgürlükler artık kolaylıkla ihlal edilebiliyor. (örneğin telefon dinlemeleri, gizli kameralarla kaydedilen görüntüler)Kimse kendini güvende hissetmiyor bu yüzden de paranoya almış başını gidiyor.Etik değerler kolaylıkla ayaklar altına alınıyor.Birçok insan sırf ‘’ merak ‘’ duygusundan bir başkasının özelini izleyerek,dinleyerek kolektif bir suça ortak olabiliyor.
Aslında kolektiflik topluca,beraber,birlikte anlamlarını içerdiğinden  içersinde özgün olmama,tekdüze olma halini de barındirıyor.Fakat öte yandan kolektiflik, insanlara toplu olarak hareket etme halinden ötürü bir güç, güven ve aidiyet duygusu da veriyor.( örneğin,toplu olarak izlenen maçlar ve her türlü ortak yapılan eylem gibi )Bu arada sevincin ya da hüznün ortak paylaşımı da acıyı azalttığı gibi sevinci de daha çoşkulu bir hale getirebiliyor.Kolektif yapılan işlerde ( imece) kişiler daha fazla başarı sağlayabileceği gibi kolektif işlenen suçlarda ise bir artışa rastlıyoruz. ( toplu tecavüzler,topluca işlenen töre cinayetleri,namus cinayatleri, vb. )Kolektif yapılan her türlü eylem ise iyi veya kötü amaçlı aslında her zaman otoriteler ya da birileri için tehdit/tehlike arz eder.
80’li yılların sonlarına doğru Türkiye ‘de mahrem olgusu da değişmeye başladı.O yıllara dek daha içe dönük bir toplum yapımız varken ve  mahremiyet olgusuna özellikle özel hayatın gizliliği anlamında  daha fazla değer veriyorken, bugün  artık neredeyse mahremiyetten söz etmek bile imkansızlaşıyor. O dönemlerde çokca rağbet edilen kilitli anı defterleri,içlerinde özel eşyalarımızı,mektuplarımızı gizlediğimiz kilitli sandıklar artık birer nostaljik nesneler niteliğinde.
Kolektiflik yani birlikte ve güdümlü hareket etmek ,kanımca toplumumuzda fazlasıyla var olan bir olgudur.( aşiretler,aile meclisi,ihtiyar heyeti,çeşitli tarikatlar,birlikte kılınan namazlar,masonik topluluklar,vb )Zaten kolektiflik de insanoğlunun topluca yaşama gereksiniminden doğar.Önemli olan sınırları dikkatlice belirleyerek bir başkasının mahremiyetine zarar vermemek ve bu suça ortak olmamaktır.


Edebiyat hayata ne katar

Kendini ifade etme isteği insanın doğasında vardır. Sevinçlerimizi, hüzünlerimizi, özlemlerimizi, heyecan, çoşku, korku,vb.gibi ruh hallerimizi çeşitli şekillerde ifade ederek başkalarıyla paylaşmak isteriz.Bu neredeyse içgüdüsel bir dürtüdür.Eğer sanatçı isek bu duygusal dışavurumlarımızı kimi zaman müzik kimi zaman film,tiyatro ya da resim heykel,vb.yaparak ifade edip başkalarıyla paylaşma yoluna gideriz.Kısaca,genelgeçer tabiriyle güzel söz söyleme sanatı diyebileceğimiz edebiyat da yaratıcı insanın kendisini ifade etme şekillerinden birisidir.Roman,öykü,şiir,deneme,tiyatro,vb.gibi yazılı türleri içinde barındırır.
Kimi insanlar kendisini ifade etmek isterken yetenekleri ve istekleri doğrultusunda çeşitli sanat dalları içerisinden birine ( bazen birkaçına )yönelirler ve o alanda ürünler verirler.Hiç kuşkusuz ki toplumdaki tüm insanlardan yaratıcı ve sanatçı olmalarını bekleyemeyiz.Bana göre,iyi bir sanat izleyicisi olmak,iyi bir edebiyat okuru olmak da çok değerlidir.
Bilgisayarın henüz kullanılmadığı yıllarda ( teknolojinin yaygınlaşmadığı ) edebiyat hayata ne katar diye pek fazla düşünmezdik.Bugün ise özellikle,gençlerle olan diyaloglarımızda bu konu sık sık gündeme geliyor.’’ Kitap okuyacağız da ne olacak,kitap okumak ya da edebiyat bize ne katacak’’ gibi sorularla karşılaşıyoruz.Halbuki, kendi gençliğimizde böyle düşündüğümüzü ben pek anımsamıyorum.Amaç bilgi edinmekse internete girerek dünyanın bilgisi ayağımıza geliyor,ya da edebi olmayan ama çeşitli bilgiler içeren kitaplardan da öğrenmek için yararlanıyorsak o halde bu soruyu soran günümüz gençlerimize de hak vermeli ve onlara verecek bir cevabımızın olması gerekir.
Kanımca, edebiyat öncelikle önümüzde yeni ufuklar açar,düş dünyamızı zenginleştirir,ruhumuzu besleyerek hem düşünce gücümüzü hem de sözcük hazinemizi genişleterek bugün ve gelecekte kendimizi daha rahat, daha doğru ifade edebilmemizi sağlar.İlerde hangi işi yapıyorsak yapalım konuşarak ya da yazarak kendimizi ne denli iyi ifade edebiliyorsak o oranda da başarılı olabiliriz.Bu aile ilişkilerinden tutun da okul ve iş yaşamındaki başarılarımızdan özel ilişkilerimize kadar etkili olur.Örneğin,özellikle politika yaparken hitabet sanatının ne denli önemli olduğunu hepimiz görüyoruz.
Edebiyat aslında,yaşamdan kopuk,romantik ve de ayakları yere basmayan bir alan değil,yaşamın ta kendisidir.Eski edebi metinleri incelediğimizde yazıldığı döneme ilişkin birçok sosyolojik,antropolojik,kültürel veri edinebilmemiz de mümkündür.Yani, edebiyat aslında bir belge niteliği de taşır.Edebi türlerden kendime en yakın bulduğum şiire gelince,birçok kişiye göre yazılması çok kolay gibi gelse de gerçekte yazılması ve anlaşılması en zor olan sanat dallarının başındadır.Çünkü,şiirin kendine özgü bir dili ve mantığı vardır.Ve bu dil ve mantık şairden şaire de değişiklikler gösterir.Yüzlerce sayfa yazarak anlatabileceğiniz bir duygu ya da durumu bazen birkaç dize şiirle  ifade edebilmeniz olasıdır.Bazen o bir dize kalbinize öyle bir dokunur ki bunun nedenini bile bir başkasına anlatabilmekte zorlanabilirsiniz.Duygularınız alır başını gider.Eminim bu durum hepimizin başına gelmiştir.
Aynı zamanda edebiyatı sevmek,edebiyatı iyi bilmek bizlere toplumda bir ayrıcalık katar.Yeri geldiğinde yazarların yapıtlarından ya da hayatlarından örnekler verererek konuşmanız, bir tiyatro oyunundan birkaç replik söylemeniz,sevgilinize güzel bir şiir okumanız çoğu kez size kazanım olarak döner.
Edebiyat hayatın ta kendisidir demiştim,edebi bir metni okurken kendi iç dünyamıza, başkalarının iç dünyasına, ailelerimize,sevdiğimize ya da toplumumuza( başka toplumlara ) ilişkin birçok durumu düşünme,hissetme,tahlil etme ve daha iyi anlamaya başlarız,kendimizi başkalarını ve dünyayı daha iyi değerlendiririz.Zaten tüm bu nedenlerden ötürü de günümüzde gerek sinema gerek tiyatro gerek müzik gerekse de bol izleyicili TV dizileri olsun edebi metinlerden sıkça  yararlanılmakta.Kimi zaman onları deforme ederek değerlerini azaltsalar da günümüzde çokça edebi metinlere başvuruluyor olması edebiyatın ne denli yaşamla içiçe ve aslında hiç eskimediğini ve ne denli değerli olduğunu göstermektedir.
Edebi bir türde eser yaratmak ya da onu okumak biraz da kendimizle başbaşa olmayı,yani yalnızlığı gerektirir.Bu zorunlu ve gerekli bir yalnızlıktır.Birçok insan yalnız kalmak istemez,yalnızlıktan ürker ama inanın  bu yalnızlığın sonu sizin kazanacağınız yeni yeni onlarca yazar,onların zengin dünyaları,deneyimleridir.Onlar iç dünyalarını sakınmaksızın sizlerle paylaşırlar.Tabi ki siz içlerinden size en yakın olanları benimser ve onları adeta kendi dostlarınız yerine koyarsınız hatta onları yol göstericiniz yaparsınız.Bu yalnızlığın sonunda sizi öyle renkli hayatlar bekler ki siz de bu kazandıklarınızı dostlarınızla ve sevdiklerizle paylaşarak çoğalırsınız.

15 Aralık 2010
Yeşim Ağaoğlu




BABASININ KIZI

Babamla ilk temasımız benim Alman Hastanesinde doğduğum 21 Ocak 1966 yılında başladı.
Ailenin ikinci çocuğuyum benden büyük bir ablam var.Baba tarafım Azerbaycan’dan Türkiye’ye yıllar önce göç etmişler,orada soyadları Ageyev’miş.Babam İstanbul’ a geldiğinde onüç ondört yaşlarındaymış.Aile buraya ilk geldiğinde maddi manevi birçok sorunla karşılaşmışlar.Babam dört erkek kardeşin hayatta kalan ikisinden en büyüğüydü.
Annemle evlendiklerinde sanırım yaşı otuzbeşe yakınmış.Annemden yaşça hayli büyüktü.Ataerkil bir aile olduklarından ve ilk çocuk da kız olduğu için ( o yıllarda ultrason da henüz olmadığından )benim erkek olacağım umut edilmiş ve istenmiş ve hatta ismim bile hazırmış,ölen amcamın ismi olan Faik.Babam hastaneye gelip kızı olduğunu öğrendiğinde  pek sevinememiş,ama odaya girip kendisine ne denli benzediğimi gördüğünde ve ben işaret parmağını minik avuçlarım içine aldığımda o andan itibaren adeta bana aşık olmuş ve bir daha ölünceye dek neden bir oğlu olmadığına üzülmemiş ve bunu bana hissettirmemişti.
Babam sessiz, sakin, biraz içine kapanık, saygılı,fazlasıyla dürüst, insanların sevip saydığı bir insan olarak yaşadı.Yazık ki onu altmış yaşında beyin kanamasından kaybeytik.O yıllarda ben henüz üniversite öğrencisiydim.
Babamın hayatta en zevk aldığı şeyler kitap okumak,sinemaya gitmek ve futbol maçı izlemekti.Koyu bir Beşiktaşlı idi.Ben de bugün aslında futbolla pek ilgim olmasa da babamdan dolayı Beşiktaşlıyım.Halbu ki küçükken futbol oynamayı çok sever, iyi de oynardım,sokakta babamla ve arkadaşlarımla.Babam geceleri biz uyumadan önce çeşitli hikayeler ve masallar anlatırdı.Bu masalların birçoğu Azeri masallarıydı.Bir de şiir okumayı çok severdi.En çok Yahya Kemal ve Tevfik Fikret’den okurdu.Kimbilir belki  bende ki şiir aşkının doğmasında küçükken gece okunan o şiirlerin de bir payı vardır.Çünkü ben şiir yazmaya çok erken yaşlarda henüz okula gitmiyorken başladım.
Bir de klasiklerle polisiye ve macera romanlarını çok severdi babam.Sinemeya gelince, Holywood adeta ondan sorulurdu.Tüm yönetmenleri isimleriyle tanır,oyuncuların filmmografilerini bilir ve özel yaşantilarını bile takip ederdi.Akrabalarmız,komşular o yıllarda herkeste televizyon olmadığından biraraya gelip film izlediğimizde adeta babamı soru yağmuruna tutarlardı.Zaten kendisi o filmleri daha önce sinemada izlediğinden filmlerin sonunu  da bilirdi.Westernleri,romantik komedileri,korku filmlerini  ve o yıllarda çok meşhur olan Uzakdoğu dövüş filmlerini özellikle severdi.Duygusal filmlerin sonunun  mutlu bitmesi onu da mutlu eder, tersi olursa üzüldüğünü hissederdim.Ben de aynı şekilde filmlerin sonunun hep mutlu bitmesini isterdim.O zaman birlikte sevinirdik.O yıllarda süper 8mm’lik kameralarla filmler de oynatılırdı evlerde.Bizim kameramız yoktu ama  babamın arkadaşları bize gelince duvarda kameralarıyla filmler gösterirdi.Biz çocuklar bunları izlerken çok mutlu olurduk.Babam fotoğraf çekmeyi de severdi.Ben sanırım sekiz dokuz yaşlarındaydım,bana Rus malı plastik bir fotoğraf makinası almıştı.Ben de o yaşlardan itibaren fotoğraf çekmeye başladım  ve fotoğrafı her zaman sevdim:O yıllarda sinemalarda iki film birden gösterilirdi.Babam ablamla beni götürür, bazen iki film izledikten sonra koşarak öbür sinemaya yetişirdik.Bir çocuk olarak bu bana çok fazla gelirdi ve dikkatimi veremezdim.Herkes filmi izlerken ben makinadan çıkan ışığı seyretmeyi severdim.Film araladında ise bazen sahneye fırlar,babam ve ablamı utandırırdım.Antrakta mutlaka frigo yemek isterdim, ama frigo soğuk olduğundan babam da annemin tembihi ile koko alırdı ve ben mutsuz olurdum.Yaz geceleri genellikle ailece  komşularımız ile birlikte yazlık sinemalara giderdik.Mecidiyeköy’de oturuyorduk o yıllarda ve Gayrettepe’de Ayşem sineması vardı, en çok ona giderdik.Televizyon yaygınlaştıktan sonra herkes gibi babam da sinemaya gitmeyi azalttı, bu defa kitap okumadığında televizyon izler oldu.
Babam devlet memuruydu.Muhasebeci olduğundan matematiği de oldukça iyiydi.Ben bu konuda ona hiç çekmemişim.Matematikle öğrencilik hayatım boyunca hep sorunum oldu.
O yıllarda devlet memuru olmak çok saygın ve önemliydi.Sınıfta öğretmen babamızın mesleğini sorduğunda ben gururla devlet memuru olduğunu söylerdim.80’li yıllarla birlikte Türkiye’de çok şey değiştiğinden devlet memuru olmanın da artık bir önemi ve saygınlığı kalmamıştı tabi.
Babam elektronik aletlerle ilgilenmeyi ,onların içini açıp incelenmeyi çok severdi.Babaannem küçükken de böyle olduğunu,oyuncaklarının içini açıp incelediğini söylerdi.Ama doğruyu söylemek gerekirse çok hevesi olmasına karşın ( bu konuda kitaplar da alırdı. )bu tip konularda epeyce yeteneksizdi.Bozulan küçük radyoların,teyplerin,vb. içini açar ama bir türlü tamir edemezdi.
Oldukça yumuşak bir babaydı,buna karşın gizlice ondan çekinirdik.Okul hayatımızla fazla ilgilenmezdi,karnemizi göstermesek sormazdı bile.Hatta biz ders çalışırken televizyonda iyi bir film oynuyorsa çalışmayı bırakıp o filmi izlememizi isterdi.Sanırım onun için bizim sağlıklı ve mutlu olmamız yeterliydi.Bizi seviyor ve güveniyordu.Ablam ve benden bir bardak su istemeye kıyamazdı.Birgün annem evde yokken ben o sıralar yeni yeni piyasaya çıkan ve zararları henüz bilinmediğinden çok tutulan hazır çorbalardan yapmaya kalkışmıştım ,yeterince karıştırmadığım için çorba topak olmuştu.Buna karşın hiç eleştirmeden yediğini ve hatta memnun kaldığını hatırlıyorum.Biz anneme ya da birşeylere kızıp yemek yemeği istemezsek çok üzülür, bizi sofraya getirene kadar uğraşırdı.
Küçükken bazen beni çalıştığı devlet dairesine götürür,o zaman çok mutlu olurdum.Orada herkes beni çok sever,gazozlar,çikolatalar alırlardı.Ben sanki kullanmayı bilirmişim gibi en çok daktilo ve hesap makinalarıyla oynamayı severdim.Yıllar sonra öğrendim ki benim arkamdan bu aletler hep bozulur tamire gidermiş.
Birgün sanırım üniversite bir öğrencisiydim,erkek arkadaşımla oturduğumuz semte yakın elele yürürken uzaktan babamı gördüm,o da bizi görmüştü ve çok korktum.Eve geldiğimde koltukta her zamanki yerinde oturuyordu.Annem babamın beni gördüğünü ve çok kızdığını söylediyse de babam bana hiçbirşey söylemedi.Ama o korku bana yetmişti.
Ölene kadar bir sürü sağlık problemleri oldu,sevgili babamın.Aslında dirençli bir bünyesi vardı ana inatçıydı.Örneğin,yüksek tansiyonu olduğunu bile bile aşırı tuzlu yiyor ve çok sigara içiyordu.
Ben ve onu tanıyan herkes bugün onu sevgi ve saygıyla anıyoruz.Sanırım kimseyi incitmemişti o.Hüzünlerini kendine saklayan, içinde damıtan birisiydi.
Çocukluk yıllarımda Türkiyemizde sık sık elektrik kesintileri olurdu,mum yakardık,gaz lambası yakardık ve babam elleriyle tavşan yapar, köpek yapar ,duvarda elinin gölgesini oynatır ve biz de izler mutlu olurduk.Ha bir de parmağını çıkartma numarası çok meşhurdu.Zaten o zamanlar herşey çok farklıydı,dünya farklıydı,ülkemiz farklıydı,bizler çocuk olarak naiftik ama ailelerimiz, ideallerimiz,eğlencelerimiz de öyleydi.O günleri ve babamı böyle anımsamak sanırım en güzeli.

Yeşim Ağaoğlu
Nisan 2011,İstanbul