Poems

SANA ŞİİR YAZMASAM OLUR MU?

kilitli sandık

kilidini açmama izin ver
şifreni çözmek istiyorum
derine nüfuz etmek
kıldiplerine
sen benim ikinci kanatlarımsın
zırhlarımı çıkardın
perdelerimi açtın
yüzün harcına hüzün karışmış
kilitli sandık
kutsal hazine beynin
meleğim meleğim meleğim



kutlanmayan doğum günü

üzgünsün benim kadar
doğumgünümü kutlamadın
yaşananları yok saymak senin harcın
bense gölge oyunu ustası
bıkmadan oynatıyorum anıları
kendimi iplere asıyorum
ipler ne kadar sağlam



iç kanama

bağışıklığımı kırıyorsun
hayata dair
iç kanama geçiriyorum
gizlemeliyim
azar azar öldüğümü herkesten
senin özgürlüğün uğruna
kurbanım işte sunağında
celladım olmayı göze alabiliyor musun
yaşayabilir misin gerçekten
ben kendi içime kanarken
kahkahalarını duyar gibiyim
denizaşırı ülkelerden adalardan
git kendini özgürlüklere bula
bu şehirde başka şehirde
yokum bu defa
gerçekten unutabilecek misin



gemin gidiyor

gemin gidiyor
içinde yokum bu defa
kaptan sensin
beni istemedin
gemin gidiyor
bilinmeyene doğru köpük köpük
tıka basa yolcu dolu güverte
yüzleri seçemiyorum
yüzler soyut
sen beyaz giysiler içerisinde
kaptansın ne de olsa
umut dolu gözlerin
gülümsüyorsun elinde kadeh
şerefe kaldırıyorsun (belki de ihanete)
tüm yolcuların şerefine
gemin gidiyor
hiç uğramamak üzere limanıma
öldür beni be kaptan
dayanamam
senin olmadığın şehirlerde



kurt baskını

kurtlar iniyor
aklımın en dip köşelerine
ulumalarını duyamazsınız
dolunaya kürek çekiyorum
şiirin sandalına binip
sandalı göremezsiniz
sevdiğim kim
saçları ne renk
niye daralmaz çevre
bilemezsiniz
gece oldu mu top tüfek tükürüyorum
kimleri nasıl öldürüyorum
anlatmam
anlarsınız



sana şiir yazmasam olur mu?

yeniden peygamberciliğe başladım
aşkçılık oynuyorum
korkak değilim
dibe de batarım yayı da köklerim
sana şiirler yazmasam olur mu
şeyy bütün kelimeleri çoktan tükettim
sahi yeni bir aşk olabilir mi
yeni bir şekil hiç bilmediğim
bir zamanlar özel şairdim
minik devin özel şairi
gözlerinde bir an onun gözlerini gördüm
karıncacılık oynadığımız andı
sana şiir yazmasam olur mu



yeni üye

o da x-ray çekiyor
içimi gördü
hücrelerime sızdı
el yazımı da çözer yakında
kendini adaması ne hoş
kulubümüze hoş geldin
eski üyeler bekliyor
sayıları fazla değil
görsen seversin hepsini
yolculuğumuz uzun olacak
belki de meşakkatli
bittiğinde ikimiz de aynı olmayacağız
hele sen tanıyamayacaksın kendini
hoş geldin
kendini adaman ne mutlu



yaşamın ucuna yolculuk
tezer özlü’nün anısına
tezer özlü pavese’nin izini sürdü uzaklarda
ben senin izini halikarnas’ta
yüzleştim hesaplaştım
begonviller içinde
kaya heykelleri aynı
apart oteller artmış
güzel günler geçirmiştik
en kötüleri de geldi aklıma
vasiyetin üzere gömmek istedim seni oraya
tezer pavese’nin peşinden gitti
ben hayallerimin
sen pavese olmaktan çook uzaksın
bense tezer’e daha yakın
yanlışlarımız çoktu galiba



yüzyıllık ayrılık

korsan cd ve kitaplar yoktu sen varken hayatımda
daha pahalı paylaşırdık zevklerimizi
cep telefonları yeni çıkmış
internet yaygınlaşmamıştı
sen hızlı hızlı geçerken sokaklardan
adımlarını sayıp bir yandan
ben eve kapadım kendimi
en incesinden duyarlılıklar geliştirdim
şarkıların anatomisini çıkartıyorum
cımbızla çekerek sözcükleri
sonra ağlıyor ağlıyorum
bir türk filmi bahane oluyor
seni özlüyorum herkesten gizli
sanki aradan yüzyıl geçti
bilsen bu ne büyük bir acı



papağan çiçeği

yıllar önce görmüştük bu çiçeği
yabancı bir ülkede
hani ben papağana benzetmiştim de
adını papağan çiçeği takıp güldük
birgün alıp bana getirdin
sevgimizin ölmüşlüğü için
ötmüyor bu çiçek
konuşmuyor suskun
tıpkı senin gibi
hani bitmesine dayanamazdık sevgimizin
ölürdük öldürürdük
don kişot’tuk
kimi zaman ise heidi ve peter
zeplinle gezerdik
aşkımız camel trophy
zamanla yarış edercesine seviştik
şimdi senden bana kalan
bu papağan çiçeği
bırak uçsun
sevgimizin ölmüşlüğü için



sanrı

sandalyenin hasır örgüleri arasından
seni izliyorum
cehennemi sıcak
güneş tepede sarı yün yumağı
çimenlere uzanmış
ya da havuzun kenarındasın
başında kasketin
sana bakıp
ne denli çok sevdiğimi düşünüyorum
halbuki yoksun
dışarıda yapışkan bir karanlık
sandalyenin hasırlarından
lamba ve kızılderili mısırları görünüyor
ve ben seni
ne denli çok özlediğimi düşünüyorum



sen ben uçaklar

sen uçakları seyrederdin
hayranlıkla şaşkınlıkla neşeyle
çocukça uçakları
ben seni izlerdim
hayranlıkla şaşkınlıkla hüzünle
çocukça bir aşkla seni
yüzümüze uçakların ışıkları vururdu
yeşil olurduk kırmızı sarı mavi
sen uçakları tutmak isterdin
ben seni öpmek
konuşmazdık
bazen gözlerim bağırırdı
seviyorum diye
duymazdın
sen uçakları dinlerdin
ben senin sessizliğini



otoyol

otoyoldan çıktı araba
son sürat ilerliyor
kemerim bağlı değil
yalnız bıraktın beni bu masumiyet oyununda
o eski ben değilim
hayalleri kumdan kaleleri yıkılmamış
günahlar işliyorum boyumdan büyük
müze yalnızlıklarını yüklüyorsun
eski zaman umarsızlıklarını bana
teneke trampet çalıyorum acıların ortasında
çığlıklarım duyulmuyor
yokluğun jilet her yanımı kesiyor
kedere boyadın
beni hüzünlere
otoyoldan çıktı araba
duvara tosladı
bir damla kanım akmıyor
ama acılarım kanserden fazla
biz artık o çocuklar değiliz



sen bende kaldın

nasıl ara sokaklarda kalıyorsa karlar
erimiyorsa yağmura güneşe inat
sen de ara sokaklarımda kaldın
tuzlu gözyaşları
geçen onca zaman yetmedi yok olmana
aysberge dönüştün buzdan bir adaya
hoş onlar bile eriyor artık
sen bende kaldın
bense senin üzerinde yama



adam asmaca

azar azar bitiyorsun
her görmeyişimde seni
asılacak adam oynuyorum
burnun da gitti
tek kol tek bacak kaldın
gözlerine dua et
aramazsan
darağacına çekeceğim ipini



parantezlerime gir ayraçlarıma

kıyımda köşemde
görmediğin yerler gizli
işte o gizlerdeyim ben asıl
sığındığım deliklerde bul
ansızın gel
savunmasızken korunmasızken
kaçacak delik bulamayayım
üzerine fener sıkılan fare gibi
donup kalayım
zırhlarımdan soyunmuş solucanken
tenhalarıma gel
kuytularıma
parantezlerime gir
ayraçlarıma
ben oralardayım
sakın gördüklerinden korkma



bölünerek çoğalma

ne tuhaf hep sen varsın
benim olmadığım kadar sende
sanki yuttum da içimdesin
ne zaman doğacaksın
ve ben ne zaman medea olup seni boğacağım
kanguru olmak kolay değil
hele vantrilok hiç
bir gün solucan olup çıkacaksın
ve ben bölünerek çoğalmanı bekleyeceğim
yeniden benim olman için



böyle daha güzelim

ipliğimi çekme
sökülürüm
sen bile dikemezsin
delinir yırtılır zedelenirim
ortaya çıkarım korkarsın
bırak sallansın iplikler her bir yanımdan
zaten düzgün olan ne var ki
inan böyle daha güzelim



çalar saat

siz hiç kendinizi kurdunuz mu
ben kurdum
zemberekli saat oldum
tıkır tıkır işledim
rrrrrrrrrrrrr çaldım
sonra evdeki hesap çarşıya uymadı
geri kaldım
tik tak tiik taak
siz hiç kendinizi kurdunuz mu
aman kurmayın
ben durdum



reggae

bir zenci siyah kedisi ve gece
nasıl düşlere sürükleyebilir sizi
zenci boyuyorsa kedisini bembeyaz
ya da yatıyorlarsa yatakta çırılçıplak
gereğinden fazla siyah
gözleri sis lambası
karanlıkta eriyorlar birlikte
zenci siyah kedi gece
teypte sonuna kadar reggae
nasıl düşlere sürükleyebilir sizi



kâğıt kuşlar

bembeyaz kuşlar
boğuluyorlar gökyüzünde
uçmayı unutmuş
kâğıt kanatlı kuşlar
küçükken sayfalara çizip kestiğim
bir yolunu bulup gökyüzüne kaçmışlar
bunlar gagasız kuşlar
kansız damarsız
kâğıttan kuşlar
boğuluyorlar gökyüzünde



tehlikeli ilişkiler

bir ev
bir adam
iki cansız manken
ve bir pencere
mankenler her gün çırılçıplak pencere önünde
tabii ki ğöğüsleri kalçaları taş gibi
birisinin bacakları allahına kadar v
öbürünün omuzunda boynunda çürükler
adam sabahtan akşama dek
ne konuşuyor ne gülüyor
karşısında mankenler
sokağı seyrediyor ya da mankenleri
gece oldu mu perdeler kapanıyor
baygın bir ışık içerde
sonrasını bilmiyorum
yalanım yok
sabah her şey aynı
fotoğraf gibi çekebilirsiniz
mankenlerin bacakları
yine fazlasıyla v
bazen çürüklerin yeri değişiyor
işte asıl mesele



korku

evin içindeki bu tuhaf sesler
neyin sesleri
korkuyu sıktım avuçlarımda
gözüm cam bir çaydanlığın içinde
fokur fokur kaynıyor
yuvalarından fırlamış koyun gözü sanki
resimler sallanıyor duvarda
kirişler çatır çatır
bekliyorum
birazdan ev havaya uçacak
büyük bir patlama öncesi bu sesler
bütün ışıkları açtım
korku kaçmış ellerimden
kanepenin altında
yalnızlıkla koyun koyuna
tam tam çalıyor
az sonra sevişecekler
boş kanepe ve bana inat



zehirsiz akrep

dilime papatyalar çizdim
ağzınla yol diye yapraklarını
seviyor sevmiyor
memelerime yavru kediler
okşa okşa mırmırlarını dinle sevinçlerinin
bir de akrep çizdim
en kuytu köşeme
ara göreceksin
korkma zehrini akıttım akrebin



ellerin

ellerin ne güzel
ne güzel ellerin
senin ellerin
ellerin senin
hiçbir yere sığmayan
çoğaldıkça çoğalan
karmakarışık muzip ellerin
ellerin ne güzel
konuştukça konuşan
güçlü sanatçı ellerin
ellerin hiç dert görmesin



yoksa

iki ayrı denizde yaşıyorum
birinde yeni doğdum
en fazla ait olduğum yerde
can çekişiyorum
birinde sapına dek yanlış bir sevgi bıraktım
ötekinde hanidir kanayan sevdam
şimdi siz gidin hadi
nolur ikiniz de gidin
başım dönüyor
tansiyonum 4-9
demir eksiğiyim
alışığım yalnızlığa
hüzünlere tanıdık
iki ayrı yerde yaşıyorum
hangi şehirdeki gerçek benim
yoksa sapına dek yanlış olan
kendim miyim



BAŞKA GEZEGENİN İNSANLARI

çılgınlıkların en büyüğü

seni aramak bu koca şehirde
cadı kazanında kaynamak
gökdelenlere tırmanıp paraşütsüz atlamak
yoksun işte
bir renksiz selam bırakıp gitmişsin
her düşündüğümde
ayrı bir gerçeğin aklıma geliyor

bilmiyorum hangi caddeden geçer
hangi barda oturur içkini yudumlarsın
fransız mı yoksa bir meksika lokantasını mı seçersin
müze bahçesinde kısa bir çay molası
bir sergi açılışı
onlarca filmden hangisine gidersin

ne tuhaf bunlardan hiçbirini yapmazsın
bilsem hangi vitrin seni çeker
ayakkabılarını nereden alırsın
kimbilir belki metroda karşılaşırız
sen bir telaş trene biner gidersin
ben yine yetişemem
birşey söyleyecek olursun
gürültüden işitemem
hızla geçen sarı bir taksinin içinde de olabilirsin
seni aramak bu koca şehirde
galiba çılgınlıkların en büyüğü



çam ağaçlarına mersiye

soğuk kaldırımlar üzerinde
sıra sıra devrik yatan çam ağaçları
yorgun yaşlı orospular gibi
makyajları akmış çam ağaçları
koca bir yılı devirmişler üzerlerinden
yenilgileri hüzünleri ve çoşkuları
onlar sırtlamış
ucuz kolyeleri bilezikleri kopmuş
çırılçıplak yatıyorlar
bir ben bakıyorum acıyarak yüzlerine
ölüm döşeğindeki palyoçalar gibiler
hüzünleri yemyeşil
dün baş köşedeydi yerleri
ışıltılı genç ve güzel
şimdi böyle soğuk kaldırımlar üzerinde
sanki bir savaş sonrası topluca katledilmişler
ya çoktan ölmüşler ya da can çekişiyorlar
bir sanatçının son anları gibi



inat etme inat etme

senin de gitmediğin bir ülke vardır
inmediğin havaalanı
görmediğin liman
geçmediğin demiryolu
hiç bilmediğin bir dilde konuşur
o ülkenin insanları
sonra kralları vardır el etek öptüren
ya da alabildiğine özgürlüğü solursun
yemyeşil özgürlüğü
belki güneşi batıdan doğar o ülkenin
kırmızıdır yağmurları
düşünde bile görmediğin hayvanları vardır
üç ayaklı üç gözlü
sonra denizi vardır
denizlerin en güzeli
inat etme inat etme
mutlaka senin de görmediğin bir ülke vardır
belki de ülkelerin en güzeli



özlem şehirleri

bunlar özlem şehirleri
birbirlerinden kanatlarca uzak
hepsi büyülü hepsi sihirli
sisli ve hüzünlü
uzak aşklar yaşarsın
ya sen onları bırakırsın
ya onlar bırakıp giderler seni
serüvenlerin sonu yoktur bu şehirlerde
bir bataktan öbürüne girersin
geceler anlatılmaz güzellikte
trenler gelir trenler gider
ve sen hep içlerinde olursun
gitmek kaçınılmaz senin için
bunlar özlem şehirleri
sense özlemlere bulanmışsın
kıl diplerine kadar
özlem şehirlerinin özlem atları
kanat çırpıyorlar dolu dizgin
ne duruyorsun atla birinin üzerine
kanat kanat del özlemi çekirdeğinden
1991


aynadan çık artık

yatıyorum sevgilim
zorlamalarınla
yatıyorum bu gece de
yine kendi koynuma
sen de aynadan çık artık
üşüyeceksin

biliyorum zamanı geldiğinde
veda edip gideceksin
eşyaların ütülü ve katlanmış olacak bavulunda
ne beni alacaksın
ne de bensizliği yanına

sen yokken korkular tecavüz edecek
yalnızlık taşacak kulaklarımdan
bütün çıkışlarımı kapadın
fare olsa kaçamaz artık
bu inci trafiğinde
gülleri karnından bıçaklayacağım
kanatana dek
yağmur yağacak
ölümüne kasım yağmuru
inançlarımı yitireceğim
şiirlerimi kimse anlamayacak
umurumda bile değil

yatıyorum sevgilim
yatıyorum yine kendi koynuma
hadi sen de aynadan çık artık üşüyeceksin


başka gezegenin insanları

bir ev ki sabaha dek sönmez ışıkları
sanki mahallenin gece feneri
anne baba ve iki çocuk
uyumaz bu ev
bazen gölgeler görürsünüz
perde ardında gezinen
kimi zaman ince kahkahakar işitirsiniz
kapıyı çalsanız kimse açmaz
yolda görüp konuşacak olursunuz
dinlemez yürür geçerler
sabah en erken onlar koyulurlar yola
tüm bir gecenin uyumamışlığıyla
ne yaparlar nereye giderler
peşlerine takılacak olsanız
izlerini yitirirsiniz
anne baba ve iki çocuk
sanki başka gezegenden gelmişler


bay adı yok

bahçesinde rengarenk örümcekler açıyor
baharla birlikte
her gün akşama dek
camın önünde
örümceklerini seyrediyor
tomurcuk patlatan
elinde aynası
sakallarını biçiyor çimen gibi
taze biçilmiş sakal kokusu
örümceklerinkine karışıyor
bir sigara yakıyor
her nefes çekişinde
bir yerlerde ateş böcekleri infilak ediyor
etsin umurunda mı

çaydanlık gibi kısa ve şişman
kavanoz gibi gözlüklü
her zorlayışında
erkekliğinden erkeklik çıkarıyor
bir de köpeği var
tıpkı köpeğe benzeyen
salya sümük
köpekliğinden utanıyor

transistörlü radyosu sabaha dek açık
f.m.’i de yok hep a.m. çalıyor
demlikte ne olduğu anlaşılmaz bir sıvı
tenceredeki bulamaç son gaz kaynıyor

kapı zili de yok
zaten kapısından geçen de
sağ eli dart oynuyor
sol eli kıçında
hayallah akşam olmuş
zaman nasıl da geçti
bahçede tosbağalar yuvarlanıyor



boşluğu

boşluğunu bırakmış geride
kocaman boşluğunu
sandalyesi yastığı bardağı yerli yerinde
ayak seslerini duyuyorum
sanki her an kapıdan giriverecek
iki elinde iki ayrı ateş
bana ya gülecek ya gülmeyecek
yine gözlerini okuyacağım
seviyor kırgın özlemiş
oysa ikisi de ihanet ihanet diye bağıracak
söylediler de inanmadım
bu defa dönmemek üzere gitmiş



düzenboz şiir

üç kedi asılı boşlukta
sandalye merdiven su
bir adam ve adamın ince bıyıkları asılı
iki kedi en kızgın kavga anında
çığlıkları da tavanda asılı kalmış
su döşemeden kalkmış
yay çizerek tavanı yalıyor
üçüncü kedi içinden atlamak üzere suyun
ateş çemberini yaran aslan gibi
merdiven çıkılmaya hazır
sandalye oturulmaya

peki adam niye asılı boşlukta
yüzü şaşkınlığa boyanmış
belki bıyıklarının peşine çıkmış
ya da herşeyi yerli yerine koymaya
öyle ya düzen bu ters çeviremezsin
kuşlar kafeste balıklar akvaryumda olmalı
kediler boşlukta sallanmamalı
hele sandalye ve merdiven asla
su musluktan akmalı
bıyıklar yerli yerinde durmalı
değiştiremezsin düzen bu



diyebilir misin

metalik papağan sesleri çıkararak seviyorum seni
rengarenk tüyleri de giyindim üzerime
bu da bir başka çeşidi sevmenin
hiç duyulmamışı diyebilir misin

hüzünler özlemler şehirler
tırmalıyorlar beni
hem tırnakları sanıldığından da güçlü
tıpkı bir travesti tırnağı gibi
hepsine tek kurşun
tek kurşun yeter
bu da bir başka çeşidi yok edişin
hiç denenmemişi diyebilir misin

kar ölüleri su ölüleri çam ağacı ölüleri
niye böylesine ürkütüyorlar beni
bunlar da ölümün elbise değiştirmişi mi
hiç görülmemiş diyebilir misin

ne zaman yalnız kalsam
eski aşklarımı izliyorum
takıp takıp film makinasına
ne hoş şu beyaz perde
ve ne de acımasız
işte bu da bir başka çeşidi aldatmanın
hiç bilmediğini söyleyebilir misin



dostum domuz

kırmızı gözyaşlarıyla ağlayan domuz
hüngür hüngür hem de
limon ekşisi gözyaşlarıyla ağlayan
sapsarı bir domuz
bana terkedilmişliğime ağlayan
beni anlayan dostum domuz
seni yarattım yapışkan bir new york gecesinde
sevgilim tek bir selam bırakıp gitti diye



esrarengiz denizialtı

denizin altında
esrarengiz bir denizaltı
içindeki ceset
hain bir cinayetin kurbanı
gözlerinin boşluğuna
midyeler yuvalanmış
aç balıklar üşüşmüşler başına
üzerinde kullanamadığı bıçağı
kana bulanmış denizin altı
kızılca kana

adamın her halinden casus olduğu belli
bedelini fena ödemiş
yasak gezinmenin
yasak sularda
kimbilir kim ihbar etmiş

şimdi dev bir akvaryumda
aç balıkların yemi
denizaltısı derin sularda gömülü
ölü bir köpek balığı



güllerin ağırlığı

şimdi kim taşıyacak bu kurutulmuş gülleri
bir balık sessizliğiyle ağlıyorum
gözyaşlarım gürültüsüz damlıyor
işte artık ayrıldık bitti
gülmelerimiz neşeli balonlar gibiydi
kıskançlıkları ben kapı önüne koyarım
sevgilereyse zaten ihtiyacımız yok daha fazla
taşları fosilleri benim çantama doldur
peki şimdi kim taşıyacak bu kurutulmuş gülleri



gövdesiz zaman

sen camın ardında belirirdin
erkenci bir kuş gibi her sabah
ben uyanır uyanmaz
pencereye koşar
tülü aralardım
neden bilmem
pencereyi hiç açmazdım
senin gözlerin yalvarırdı
tüllerin arkasından
bana suçlu bakardın
gökte süpürge gibi güneş parlardı
yapraklar yeşermiş olurdu dudaklarında
öpsem başkaları öpmüş diye korkardım

şimdi penceremi açsam
ve sen içeri süzülsen bir kuş gibi
hatta korkusuzca öpüşsek
neye yarar
saatleri rehin alsak da boş
geri dönemeyiz
gövdesi yok ki zamanın



gecenin elbisesi

gece gelmeden geliyorum der
usul usul gelir
siyah giysiler içinde
tanrım ne müthiş bir elbise

gece en çok onun evine gelir
onun ürkünç bahçesine
bir zamanlar kahkahalar süzülen
asma yapraklarından
sonra mumların oyunları ay ile
ve o rengarenk fenerler
içkiler aslanların ağzından dökülen
kristal bardaklar gece bitince tuz buz
gören yıldız sanabilir

gece en çok onun havuzuna gelir
bir zamanlar içinde çırçıplak yüzülen
suyuna kan karışmış havuzuna
hain bir namludan çıkan kurşunla

gece oldu mu gizlice bir gölge
bahçeye iner
bir bir içeri çeker
ceset gibi ağır heykelleri
ve kapı kapanır

ne müthiştir o kapanışın sesi
havuzdaki su hala kırmızı
asma yapraklarından ince çığlıklar dökülür
mumlar oynaşır ay ışığında



izlerseniz sanki bir cinayetin gölgeleri

gece oldu mu heykeller içeride
belki de bir sfenkstir şimdi koynundaki
böyle garip inleyen

gece gelmeden geliyorum der
tanrım ne kadar karanlık elbisesi



geleceğiz

geleceğiz
elbet geleceğiz
paldır küldür değil ama
zaten bir yerimizden hep demirliyiz
tam uzaklaşamadık limandan

siz bunları bilmezsiniz
gitmelerin özlemlerin ne zor olduğunu
hep öyküler anlatalım istersiniz döndüğümüzde
garip ürkünç ya da neşeli öyküler
bizse artık susmaya geleceğiz
belki çoğunuz tanımayacak bizi
belki de size biraz soğuk bakacağız

ama rengarenk armağanlar olacak elimizde
sizlere sunacağımız
umutları sevgileri çoşkuları
ceplerimizde gizleyerek
azar azar çıkarıp kullanacağız
dilerseniz birlikte

geleceğiz
bütün gemiler iplerini kopardığında
yaşlı bir balina gibi
biz de karaya vuracağız



gençtik

gençtik
sevdik mi kalbimiz yeşil oluncaya dek
seviştik mi hangi köşeden baksan beş adam boyu
aldattık mı adamakıllı
aldatılınca manşet manşet cinayet

gençtik
ağladık mı bütün yüzümüzle ağlıyoruk
hüzünlensek baştan aşağı cam kırıkları
gülmemiz balonları patlatıyordu
içince kirpiklerimizden alkol fışkırıyordu

gençtik
bir gitarın içinde çok uzaklara gittik
baştan aşağı şiirleri giyindik
en asi en deri en metal şiirleri
boyalar akıttık yazılar yazdık duvarlara

sonra işte zamanın tavşanını gördük
herşeye inat bacakları son sürat
zamanın tavşanını
boynunda kocaman bir yaşlı saat

gençtik
peşinden koştuk
kuyruğundan yakalamak istedik
kuyruğu yoktu
kanatlanmış uçuyordu üç kanat



gittin

bıçağın kalmış bana vermediğin
kara saplı bıçağın
gözümün içine bakar meyve keserdin
sanki beni keserdin
gülerdin umursamaz
bıçağa bakıp kendini seyrederdin

gittin
bıçağın kalmış
bana versen daha neler keserdim
saçlarını geceleri bıçaktaki gölgeni
gittiğin yolları keserdim

gittin
aynalar kırılıyor durup dururken
odamda bir sis görecekesin
duvarlarımda kırık tabaklar asılı
gittin beni ortadan böldün



kasım yağmuru

kan sızdı gülden
o mezarın başında ağlarken
yağmur hüngür hüngür ağlarken
dracula’ya döndü acısından
kan arayan vampire
smokininin yakaları kuyrukları uzadı
sakalları uzadı
bembeyaz gelinliği içinde
ona düşkündü
elindeki kırmızı gülleri
nasıl da çoşkuyla fırlatmıştı
şimdi kasım yağmurunda kanayan gülleri



katil kim

kelebek kozası çıkardılar
cesedinin ağzından
suda şişivermiş eflatun cesedinden
saçlarından nilüfer iskeletleri
ve bir kuğu ölüsü buldular nefes borusunda
bir de kağıt çıktı cebinden
mürekkebi akmış
katil kim adında yarım bir şiir yazan



kir haramiler

kirli çamaşır sepeti aralandı
ve kırk küçük kir cücesi dağıldı etrafa
anlaşılmaz bir dilde konuşuyorlardı
tuhaf sesleri vardı
her biri ayrı renkte
her biri ayrı kokuda
kırk küçük kir cücesi

giysileri terk ettiler
bir kalıp sabun bulup
ortasından deldiler
şakır şakır kanadı sabun
deterjanları vahşi çığlıklarla katlettiler
korkunç bir cinayetti bu
buradan bütün şehre yayıldılar
kırk ayrı renkte
kırk ayrı kokuda
kırk küçük kir cücesi



metalik sevgiler çağı

özlediğini biliyorum
yakında ikinci beni yollayacağım sana
çelikten zırhları giyinmiş olacağım
sesimi cd’lere kaydedeceğim
sana sevgiler sunan sesimi
görüntümü laserdisc’lere
en hoş en sevdiğin pozda
metalik sevgiler çağındayız
uyan artık kalıcı olmayı arıyoruz
ölümün bileğini kıracağız
bilgisayarının tuşlarına bas
ne demek istediğimi anlarsın
içine hapsettim bizi
dna ve rna ‘larımız onda
sor alacaksın hakkımızdaki tüm bilgileri
kokumu mu özledin
yakın da onu da duyacaksın
kanat kanat uzaklardan uçup gelecek sana
çiçekler mi dedin
demet demet güller yollayacağım
mis gibi kokan demirden güller
istemem deme
metalik sevgiler çağındayız



onlar aklımda

onlar aklımda
sevildikleri gün kü halleriyle
öpmesem nasıl da küserlerdi
kiminin uzak bakışları
kiminin aldırmaz halleri
sevgi sözcükleri hiç söylenmemiş
yaşanmamışların gizi
kahverengi saçları
her renkten gözleri
gülümsemeleri belli belirsiz
onlar aklımda
şimdi yine sevsem
isterler miydi



rahibe manastırı

dün gece yarısı
ilk kez ışık gördüm
rahibe manastırında
hani şu yıllar önce
korkunç bir yangın geçirmiş
parkın köşesindeki metruk manastırda
gölgeler gördüm ve sesler işittim
koşuşmalar yüksek perdeden kadın kahkahaları
sanki içeride çılgın bir parti vardı
sabah önünden geçerken
bahçesinde ansızın boy vermiş çiçekleri gördüm
zambaklar ortancalar mor menekşeler
hani o bakımsız ürkünç bahçede
neler oluyor bilmiyorum ama
tuhaf şeyler olduğu kesin
metruk rahibe manastırında



serüven

kilometrelerce sevdim seni
cinayetler işledim
seni öldürdüm kendimi öldürdüm
ama yaşadığımız zaman da tam yaşadık
kıskançlığım uzayda kara delik gibiydi
simsiyah o denli büyük

şimdi bana ayrılalım diyorsun
kolay mı deniz altında yirmi bin fersah
seksen günde devr-i alem
kurtuluş savaşı çanakkale zaferi
işte bunlar gibi bir şeydi

yaşandı artık bitti diyorsun
sevginin halterini kim kaldırdı
kim koştu engelli
peki geceler boyu dağcılık su kayağı
ya hep o onikiden vuruşlar
düşün biraz ne olur
daha yaşayacağımız çok serüvenimiz var



sizi hiç sevmezdim

hiçbiriniz sevmezdim
bana ne tuhaf bakardınız
ne ağzımdan öptürdüm
ne dilimden sizi

gelecek günlerde yeriniz yoktu bilirdim
uysal birer kediydiniz elimde
istesem kuyruğunuzu bile koparabilirdim

hepiniz birer kötü yalacıydınız
kötü filmlerin figüranları gibi
melamin gözyaşlarıyla ağlardınız
ve patates baskısı gibi aynıydınız
ama ne tuhaf hepinizin ayrı bir adı vardı
çoğu zaman hatırlamazdım

sizi hiç sevmezdim
siz de beni sevmezdiniz
hiç umursamazdım



tuhaf köy

tuhaf bir köy
tuhaf bir gece
zaman gece yarısı
ay en sivri dişleriyle tepede
kadınlar süt sağıyor köy meydanında
bir adam elinde orak
durduğu yerde sallanıyor
tavuklar uçuşuyor bağırarak
koyunların gözleri katil bakıyor
çocuklarda metalik kahkahalar
çeşme başında kara giysili kız
suya bakıp mırıldanıyor
köyün ozanı yeşil suratlı adam
elinde bir demet kır çiçeği
gözü durmadan saatinde
sanki beklenen biri var da gelmiyor
müthiş bir elektrik
dilinizi uzatsanız
diliniz yanıyor
tuhaf bir köy
tuhaf bir gece



valen

hangi tren getirecek
hangi vagon seni
saniyeler şıp şıp damlıyor
ben elimde ok ve yay
hazırım seni tam onikiden vurmaya
baştan aşağı kırmızıları giyindim
yoksun
pencereler kesiyor gözlerimi
tren sesleri dönüyor kulaklarımda
inadına parlıyor sokak lambaları
gece gece diye havlıyor köpekler
allahın cezası sensizlik
çiçeklerimi kurutuyor
yemekler yendi bitti
hadi hain hadi acımasız
kurtul gel kralların elinden
kaç o muhteşem saraylarından
kocaman göbeklerinden
biliyorum saçları da dökük
bütün elmaları bitirdim
vurmaya hazırım seni
bu kez gerçekten



yazacak mektubum yok

yazacak mektubum yok
hepsi yazılmış
siyah bir tabanca
havuzun dibinde
içine silme kurşun doldurulmuş
kıpır kıpır spermler
bol elektrikli bir gitar eşliğinde
tabanca boşaltıyor kurşunlarını
spermlerin üzerine
hepsi ölü şimdi
ortada cinayet de yok
kan da polis de siren de
tabanca boş
havuz sakin
yazacak mektubum da yok
hepsi yazılmış


GÜLLERİN AĞIRLIĞI

iç kanama

bağışıklığımı kırıyorsun
hayata dair
iç kanama geçiriyorum
gizlemeliyim
azar azar öldüğümü herkesten
senin özgürlüğün uğruna
kurbanım işte sunağında
celladım olmayı göze alabiliyor musun
yaşayabilir misin gerçekten
ben kendi içime kanarken
kahkahalarını duyar gibiyim
deniz aşırı ülkelerden adalardan
git kendini özgürlüklere bula
bu şehirde başka şehirde
yokum bu defa
gerçekten unutabilecek misin


çello ve kadın

çello çalamaz kadın
parmakları mı yok
çello çalamaz kadın
çello boyu mu kadar

çellonun beli
göbek deliği
kalçaları
memeleri yok ama
neresine dokunsan ayrı bir ezgi

çello çalmak ister kadın
ışıkları söndürür
ayışığı aynaya vurur odasındaki
gizli gizli dokunur tellere
memelerini çelloya verir
onun sesini alır
neresine dokunsan
şimdi ayrı bir ezgi


öteki kurşun askerler

dolaptaki kurşun askerler
fırsat kolluyor
sızmak için yaşamın içine
bombalamak için şehirleri
değiştirmek için düzeni
uygun zamanı bekliyorlar
öldürmek için öldürmek
çoluk çocuk herkesi
ne yazık ki
fındıkkıran askerlerine benzemiyor bunlar
kurşunları fazla kurşun
uçakları son teknoloji
bombaları hedef şaşmaz
chucky bebek gibi acımasızlar
uyanın dostlar uyanın
dolabı tekmeliyorlar


adın neydi küçük

olan sana oldu küçük
bu kar sana yağdı
göçtün yaşam yarım kaldı
unutulacaksın
en acısı da bu
bugün güneş vardı
hüzünlendim öfkelendim
sitem ettim güneşe
neden geç kaldı
olan sana oldu
uyudun uyanmadın
adın neydi küçük
adın yarım kaldı
karlar eridi
ortalık sütliman
bugün utandım yaşamaktan
umutlar yarım kaldı



bakünün rüzgarı

ne denli sessiz eşya
nasıl da haykırıyor geveze rüzgar
anlatacak neyi var
eşyaya sormalı
giysilere duvarlara evlere
onların sesi usul kibar
fısıltılarını dinle
anlamak kolay gizlerini
anlat hadi geveze rüzgar
nasıl da sildin herşeyi


buzdolabı dünyalar

odalarımıza ne yapmışlar
bizim değiller artık
anılarımız boyanmış
çivilerimiz sökülmüş
yataklarımız çarşaflarımız
sevişmelerimiz kapı önlerine konmuş

tutkularımız vardı
halı yerine serdiğimiz
hani ben erir döşemeye karışırdım
lambalarımız yalnızlığın imgesiydi
düşlerimizi buğulu camlara yazardık
dışarıda sessiz sessiz yağmur ağlardı
biz ağlardık

odalarımıza ne yapmışlar
mumlarımız erimiş
yakmaya doyamadık
çerçeveler boşalmış
kitaplara tozlar bulanmış

bir kapıları aynı
şimdi başka dünyalara açılıyor
buzdolabı dünyalara
yeşil beyaz
görsen yüreğin dayanmaz
odalarımıza ne yapmışlar



ellerin

ellerin ne güzel
ne güzel ellerin
senin ellerin
ellerin senin
hiçbir yere sığmayan
çoğaldıkça çoğalan
karmakarışık muzip ellerin

ellerin ne güzel
konuştukça konuşan
güçlü sanatçı ellerin
ellerin hiç dert görmesin




kaçıncı maria

neden hep adınız maria olmak zorunda
gözleriniz iki siyah kedi yavrusu
gülüşleriniz başdöndürücü manolya
dudaklarınız kıpkırmızı kurdela
ve saçlarınız yıldızsız bir gece ise
neden hep adınız maria

yalnız bir mevsimseniz
o mevsim hep yazsa
ele avuca sığmayıp
terkedip gidiyorsanız
ve bir bıçak bırakıyorsanız gittiğiniz yerde
o bıçağa bir gülün kanı bulaşmışsa
neden hep adınız maria olmak zorunda



kağıt kuşlar

bembeyaz kuşlar
boğuluyorlar gökyüzünde
uçmayı unutmuşlar
kağıt kanatlı kuşlar
küçükken sayfalara çizip kestiğim
bir yolunu bulup gökyüzüne kaçmışlar
bunlar gagasız kuşlar
kansız damarsız
kağıttan kuşlar
boğuluyorlar gökyüzünde



kurt baskını

kurtlar iniyor
aklımın en dip köşelerine
ulumalarını duyamazsınız

dolunaya kürek çekiyorum
şiirin sandalına binip
sandalı göremezsiniz

sevdiğim kim
saçları ne renk
niye daralmaz çevre
bilemezsiniz

gece oldu mu toptüfek tükürüyorum
kimleri nasıl öldürüyorum
anlatmam
anlarsınız



kutlanmayan doğum günü

üzgünsün benim kadar
doğumgünümü kutlamadın
yaşananları yok saymak senin harcın
bense gölge oyunu ustası
bıkmadan oynatıyorum anıları
kendimi iplere asıyorum
ipler ne kadar sağlam




o şehirler

o şehirler bağlıyor bizi
birbirlerine fersah fersah uzak
kimi kibirden allahına dek göğü delen
kimi kurbağa rengi
anadan doğma şair kimi
ayrı da olsak
görünmez köprü aramızda o şehirler
sislerine çamurlarına
birlikte bulanmıştık
yağmurları zıpkın gibi delip geçmişti tenimizi
dövüşmüş ağlamış sevişmiştik
asfaltlarında erimiş
parasız kalmıştık
küçüktük bir zamanlar
galiba büyüdük
şimdi ayrıyız ama
O şehirler bağlıyor bizi birbirimize




otoyol

otoyoldan çıktı araba
son sürat ilerliyor
kemerim bağlı değil
yalnız bıraktın beni bu masumiyet oyununda
o eski ben değilim
hayalleri kumdan kaleleri yıkılmamış
günahlar işliyorum boyumdan büyük
müze yalnızlıklarını yüklüyorsun
eski zaman umarsızlıklarını bana
teneke trampet çalıyorum acıların ortasında
çığlıklarım duyulmuyor
yokluğun jilet her yanımı kesiyor
kedere boyadın
beni hüzünlere
otoyoldan çıktı araba
duvara tosladı
bir damla kanım akmıyor
ama acılarım kanserden fazla
biz artık o çocuklar değiliz




papağan çiçeği


yıllar önce görmüştük bu çiçeği
yine yabancı bir ülkede
hani ben papağana benzetmiştim de
adını papağan çiçeği takıp güldük
birgün alıp bana getirdin
sevgimizin ölmüşlüğü için
ötmüyor bu çiçek
konuşmuyor suskun
tıpkı senin gibi
hani bitmesine dayanamazdık sevgimizin
ölürdük öldürürdük
don kişottuk
kimi zaman ise heidi ve peter
zeplinle gezerdik
aşkımız camel trophy
zamanla yarış edercesine seviştik
şimdi senden bana kalan
bu papağan çiçeği
bırak uçsun
sevgimizin ölmüşlüğü için




parantezlerime gir ayraçlarıma

kıyımda köşemde
görmediğin yerler gizli
işte o gizlerdeyim ben asıl
sığındığım deliklerde bul
ansızın gel
savunmasızken korunmasızken
kaçacak delik bulamayayım
üzerine fener sıkılan fare gibi
donup kalayım
zırhlarımdan soyunmuş solucanken
tenhalarıma gel
kuytularıma
parantezlerime gir
ayraçlarıma
ben oralardayım
sakın gördüklerinden korkma





periyi kandırmak

ey o ustaya şiirler yazdıran peri
davetim açık teklifsiz gel
kanatlarını bileyip
yağmurlarda ıslanmışsan
çayın hazır dilersen kahven
karlarda üşümüşsen buz tutmuşsa kanatların
şarabım ılık evim sıcak
bahar da olabilir mevsimlerden
pencerem açık
odam gül kokulu
ama dilersen yazın gel
sıcak çok sıcak olsun
buz gibi karpuzu bölüşelim
saçlarını odama ser
ey o ustaya şiirler yazdıran peri
en keskin kanatlarınla gel
sırrım sır
gelişinden kimseye söz etmem




reggae

bir zenci siyah kedisi ve gece
nasıl düşlere sürüklebilir sizi
zenci boyuyorsa kedisini bembeyaz
ya da yatıyorlarsa yatakta çırılçıplak
gereğinden fazla siyah
gözleri sis lambası
karanlıkta eriyorlar birlikte
zenci siyah kedi gece
teypte sonuna kadar reggae
nasıl düşlere sürükleyebilir sizi



şairlik zor iş

tam istediğim gibi güneş yok
bulutlu bir yaz günü
arkadaşlarım aramadılar
hep uzak tanıdıklar aradı
şairlere şiirlere bulandım
‘2000’li yıllarda ne olacakmış bu şairlerin hali’
düşündükleri şeye bak
şairlik dostum ne zor iş
uzak adalı kağıtlara anlamlar düşmek
kimi zaman anlamsızlık
arkadaşlarım aramadılar bugün
ha bir de fotoğraflara baktım
zaman hızla geçiyor belli



sana şiir yazmasam olur mu

yeniden peygamberciliğe başladım
aşkçılık oynuyorum
korkak değilim
dibe de batarım yayı da köklerim
sana şiirler yazmasam olur mu
şeyy bütün kelimeleri çoktan tükettim
sahi yeni bir aşk olabilir mi
yeni bir şekil hiç bilmediğim
bir zamanlar özel şairdim
minik devin özel şairi
gözlerinde bir an onun gözlerini gördüm
karıncacılık oynadığımız andı
sana şiir yazmasam olur mu




sen ben uçaklar

sen uçakları seyrederdin
hayranlıkla şaşkınlıkla neşeyle
çoçukça uçakları
ben seni izlerdim
hayranlıkla şaşkınlıkla hüzünle
çoçukça bir aşkla seni
yüzümüze uçakların ışıkları vururdu
yeşil olurduk kırmızı sarı mavi
sen uçakları tutmak isterdin
ben seni öpmek
konuşmazdık
bazen gözlerim bağırırdı
seviyorum diye
duymazdın
sen uçakları dinlerdin
ben senin sessizliğini




tüm zamanların filmi

ben tüm zamanların yönetmeni
en usta ışık şefi sen
önce bir şimşek yap ilk plan için
bol mavili ayna kırığı
ardından gümbür gümbür gök gürültüsü efekti
sonra sinsi bir yağmur
hadi dolunay göster kendini
fırla bu sahnede kurt kadın
siyah pelerininle
yarasa dişlerini görelim bıçak parlağı
öldür pençelerinle
ve em doya doya kanını
kurt adamın
o ki sana ihanet etti
ışıkçı devam et şimşek yapmaya
sen de düş kurt kadın bağırarak kurt adamın yanına
yakın plan çalış kameraman
süperpoze bu son sahne
en usta ışık şefi sen
yalnız benim için
kristal yıldızlar yapabilir misin
sonra kayık gibi bir ay
havai ışıklar kırmızı yeşil mor mavi
yanıma yaklaş korkma ışık şefi
ben ki eski melodramların yönetmeni




tehlikeli ilişkiler

bir ev
bir adam
iki cansız manken
ve bir pencere

mankenler hergün çırılçıplak pencere önünde
tabi ki ğöğüsleri kalçaları taş gibi
birisinin bacakları allahına kadar v
öbürünün omuzunda boynunda çürükler

adam sabahtan akşama dek
ne konuşuyor ne gülüyor
karşısında mankenler
sokağı seyrediyor ya da mankenleri

gece oldu mu perdeler kapanıyor
baygın bir ışık içerde
sonrasını bilmiyorum
yalanım yok

sabah herşey aynı
fotoğraf gibi çekebilirsiniz
mankenlerin bacakları
yine fazlasıyla v
bazen çürüklerin yeri değişiyor
işte asıl mesele




vallahi ben değilim

sinemalarda kara bombayım
tiyatrolarda mavi elektirik kontağı
lanetlenen kundakcı
galerilerdeki ince hırsız arsen lüpen
orkestraların kötü kemancısı
romanların hain kibriti
ya erkeklerin peruklarını düşüren kim
hırsızlama öpücükler çalan ondan bundan
duvarlara ayıp yazılar yazan
vallahi yalan ben değilim
aferin ama güzel şiirlerin şairiyim




yüzyıllık ayrılık

korsan cd ve kitaplar yoktu sen varken hayatımda
daha pahalı paylaşırdık zevklerimizi
cep telefonları yeni çıkmış
internet yaygınlaşmamıştı
sen hızlı hızlı geçerken sokaklardan
adımlarını sayıp bir yandan
ben eve kapadım kendimi
en incesinden duyarlılıklar geliştirdim
şarkıların anatomisini çıkartıyorum
cımbızla çekerek sözcükleri
sonra ağlıyor ağlıyorum
bir türk filmi bahane oluyor
seni özlüyorum herkesten gizli
sanki aradan yüzyıl geçti
bilsen bu ne büyük bir acı




yeşil kadın 2

denizin ortasında bir kadın gördüm
yemyeşil gurur giyinmiş
elindeki ışıklı kadehi
nasıl da aya kaldırıyordu
geceye ve saate inat
bir başına denizin ortasında
yalnızlığa tutsak edilmiş
beyaz kadınlar sarı kadınlar siyah kadınlar
içki dans kahkahalar
hiçbiri dönüp bakmadı
bir ben seyrettim güverteden
gemi yitip gidene dek
gemi küçüldü
bütün kadınlar küçüldü
ben küçüldüm
o büyüdü büyüdü kocaman oldu
ben hüzünlendim
o bana mısın demedi




yeni üye

o da x-ray çekiyor
içimi gördü
hücrelerime sızdı
el yazımı da çözer yakında
kendini adaması ne hoş
klubümüze hoş geldin
eski üyeler bekliyor
sayıları fazla değil
görsen seversin hepsini
yolculuğumuz uzun olacak
belki de meşakkatli
bittiğinde ikimiz de aynı olmayacağız
hele sen tanıyamayacaksın kendini
hoşgeldin
kendini adaman ne mutlu




yoksa

iki ayrı denizde yaşıyorum
birinde yeni doğdum
en fazla ait olduğum yerde
can çekişiyorum
birinde sapına dek yanlış bir sevgi bıraktım
ötekinde hanidir kanayan sevdam
şimdi siz gidin hadi
nolur ikiniz de gidin
başım dönüyor
tansiyonum 4-9
demir eksiğiyim
alışığım yalnızlığa
hüzünlere tanıdık
iki ayrı yerde yaşıyorum
hangi şehirdeki gerçek benim
yoksa sapına dek yanlış olan
kendim miyim




zehirsiz akrep

dilime papatyalar çizdim
ağzınla yol diye yapraklarını
seviyor sevmiyor

memelerime yavru kediler
okşa okşa mırmırlarını dinle seviçlerinin

bir de akrep çizdim
en kuytu köşeme
ara göreceksin
korkma zehirini akıttım akrebin




HIRSIZLAMA AŞKLAR, GRİ YALNIZLIKLAR


imkansız aşk

biz imkansız bir aşkız
sen imkansız ben senden daha imkansız
salıncakta oturup düşler kurmadık geçmişte
geleceğe güneşli de bakmazdık
gemilerimi çektim artık senin denizinden
ellerimde demet demet heyecan
ellerimde kıymıklar
alıp alıp başımı gidiyorum
sense serüvenlerini aklında yaşayansın
hoş belki de artık çok geç
yarı belime kadar yanlış yaşıyorum
tehlikeninse voltajı adamakıllı yüksek
bir özledim mi uçaksavarlar yolda demek
kıskançlığımsa başka bir felaket
sen sevdin mi kurtuluş savaşı gibi
ben sevdim mi bu nükleer savaş demek
gözlerin susukunluklara yumulu
biliyorum için için ağlıyorsun
oysa ben hüngür hüngür geceler boyu
yok imkansız
imkansız aşk bu demek



a rh+

biliyorum yavaş yavaş
karıncalanıyor parmak uçlarım
her yanım benzin
bir kibrit çaksam parlayacağım kesin
ama cesedimi sağlam istiyorum
hangi sineği öldürsem
diş etleri kanar gibi hasta bir ağzın
a rh+
bitiyorum yavaş yavaş
olmadı dostum olmadı giyotin
keskinliğini yitirdin
darağaçları yeter saltanatın bitsin
müzelerde yerini al artık cellat
gaz odaları hiç esrarlı değilsin
siyanür sağlam istiyorum iç organlarımı
bütün tabancalar bütün bıçaklar
şakaklar ve damarlarda isyan
balkon korkulukları teraslar
mehtap manzaralı şıkır şıkır yıldızlar
ve köprüler ne güzel deniz
ama aç kalacaksınız balıklar
olmuyor haplar olmuyor kıyamam
çok güzel renkleriniz
trenler taksiler yeşil ışıkta durdular
üzgünüm üzgünüm canım
karıncalanıyor parmak uçlarım
çok üşüyorum
hangi sineği öldürsem
vallahi benim suçum yok
a rh+



akvaryum cinayeti

akvaryum cinayetini ben biliyorum
kimse görmedi
beş balıktı beş gün arayla öldüler
üçü sarı biri siyah biri rengarenk
kızılca kana boyanmıştı bütün akvaryum
cesetleri suyun üstünden ben topladım
paramparçalardı birşey yapamadım
katili önce siyah balık sanmıştım
beşinci gün o da öldü
onu da atıp motoru kapadım
şimdi sessiz cinayet yeri
şimdi ıssız ve kıpkırmızı
sırlarıyla öldü beş küçük balık
ben ölmedim
benden başka da kimse olanları görmedi
peki akvaryum cinayetinin katili kim




bıçaklı gece

bir bıçaktı yatan o gece yanımda
tırnak gibi keskindi altın diş gibi parlak
kendimi görüyordum arasıra
kırmızıydı yüzüm
binlerce ateşböceği istilası altında
ve gözlerim iki kızıl karanfil
yanıyordum tüm vücudum alev almıştı
bir bıçaktı evet yatan yanımda
rastlantı değildi benimle yatması
ben sokmuştum koynuma
ben baştan çıkarmıştım
göz süzüp bilmem neremi açmıştım
günahım boynuma
göğüslerimden soluyordum o gece
dudaklarım kısa devre yapmıştı
ve o bıçak değildi sanki öylesine uysaldı ki yanımda
bakmayın siz keskinliğine sertliğine
bir yunus balığı gibiydi
kan dehşet öç hiçbiri yoktu onda
gece müthişti dolunay gökte yusyuvarlak bir delik
sabahı ettik o bıçakla
yazık parlaklığı yitti gitgide
böcekler öldü kızıl karanfiller de soldu bir bir
yangınım söndü
o yorgunlukla daldım bilmem kaçıncı uykuma
e kolay değil bir bıçaktı yatan yanımda
şimdi göğüslerim sakin denizde yelkenli
dudaklarım yorgun martı kumsalda
uyandığımda
mutfağa koştum
kan sızıyordu bir bıçağın en keskin ucundan
aldım çöpe attım usulca
günahım boynuma



beş balerin

vallahi yalanım yok gördüm
işte şu adamdı gözlüklü fötr şapkalı
demin çıkardı beş parmağını cebinden
beşinde de birbirinden güzel beş balerin
dansettiler döndüler eğildiler selam verdiler
bir ara gülümsediler
hatta göz kırptı bir tanesi
hiç kimse görmedi ben gördüm
benim gördüğümü onlar da gördü
bakın bakın işte uçuyorlar gökyüzünde güvercin gibi
beş beyaz balerin



bu havalarda

cinayetler bol kanlı olur bu havalarda
intiharlar köşe bucak salınır meydanlarda
idamlara gerekçe olmaz
havası yoktur ki idamların

bu havalarda kadınlar en kadın
erkekler fazla erkek olur
bakireler müthiş
çok güzel olur bu havalarda çok güzel
fahişeleri bilmem havası yoktur onların

sinirler ok ve yay
başağrısı çekilmez
tansiyonlar asansör
dövüşler bol yumruklu
tartışmalar acayip küfürlü olur

bu havaların balıkları yenmez
aptaldır
denizinde yüzülmez
uykusunda uyunmaz
bol kabusludur

sohbetlere güven olmaz bu havalarda
elektrik yakar dilleri
voltajı epeyce yüksek
tartışmalar an meselesi
dostların düşman olur

aşk maşk kalmaz bu havalarda
sevgilin en şehvetli canavar
dişleri ne de uzun ah ne kadar da saldırgan
bu havalar şeytanların şöleni olur



dilim yalıyor

dilim kayıyor gecenin sokaklarında
geziniyor yalayarak köşe bucak
geçtiği her yeri
insanları yalıyor bazen
işte tehlike asıl o zaman
bir saksafon sesi duyuyor dilim
bir zenci saksafon çalıyor
önce saksafonu sonra zencinin ağzını yalıyor
hemen ardından bol elektrikli bir gitar
bir punkçu kafası yeşil
köşe başında oturan sarhoşları yalıyor
ve geceyi
sabahı getirmek istercesine geceyi
simsiyah oluyor dilim
en sonunda seni yalıyor alabildiğine
bir bakıyoruz ki çoktan sabah olmuş




dostum saint pancras

saint pancras sevdiğime söyle
bu gece gelemeyeceğim
beni bekleyecekti yedi kırkbeşte senin önünde
yine yağmur yağıyor
ıslanacak kızıp küfürler savuracak
ama elimde değil
dört yanım pusu tuzak
hain bubiler yollarımda
saint pancras sevdiğime söyle
bana kızmasın
herkes bilir beni
nasıl yanılmaz bir saatimdir
ama bu gece beni beklemesin
hem yağmur da yağıyor
eyvah şimdi n’olacak




hırsızlama aşk

bir ince rüzgar esiyordur sokaklarında
ay denizde kayık gibi tepelerinden bakınıyordur
çirkin bir oğlan eski bir besteyi
ıslıkla kötü bir biçimde çalıyordur

ışıkları yanmıştır herhalde odasının
perdeleri yarı kapalıdır
rengarenk çiçekleri çoktan uykuya dalmıştır
bir gece sefaları uyanıktır balkonunun
cümbüş yapıyorlardır iç çekerek geceye

perdenin arkasından gölgesi kayıyordur
yalnız değildir sanırım
her kim varsa öldürmek isterim yanında
en büyük yalnızlığı
beni tanımamasında yatıyordur




hallucination

balıkları denize atıyorum
balıklara içiriyorum denizi
deniz bitmiyor
gece de bitmiyor
hastayım ateşim kırk derece
yalnızım umarsız yabancı bu şehirde
düşler görüyorum
en gerçeküstü tablolardan kaçıp gelen
garip düşler
pembe atlar görüyorum
senin tarlalarında gezinen
derileri ıslak kaygan pembe atlar
oturtmak istiyorum seni birinin üzerine
doludizgin git diye
düşlediğin yerlere
bulamıyorum ama
çünkü hep olmaman gereken yerlerdesin
balıkları geceye atıyorum
yesinler diye geceyi
gece bitmiyor
pembe atlardan birine atlıyorum
sen yoksun
alıp başımı gidiyorum
geceyi ortasından delip




hiçbirşey sorma bana

sen thomas ray’in dükkanını görmedin
onun heykellerini görmedin
hepsi zenci hepsi tahta
karanlık işler dönüyor gece oldu mu o dükkanda
tıpkı zenci gibi kapkaranlık
sorma ben de fazla birşey bilmiyorum
yabancıyım çünkü buralarda

sen madame kaye’in dükkanını da görmedin
1930’lardan kalma
kadın çamaşırları satılıyor orada
saten ipek dantel renk renk iç çamaşırları
gece oldu mu tuhaf adamlar girip çıkıyor
neler oluyor ben de birşey bilmiyorum
sorma yabancıyım buralarda

gölgeni görüyorum beni izliyor
kıskançlığı giyinmiş
kapkara duvarlara sinmiş
yanlış yaşadığımı anımsatıyor bana
dilimin ucunda ateş
saçlarımda yangın
gözlerimde infilak
kıldiplerimde ihanet
hiçbirşey sorma n’olur bana
yabancıyım çünkü buralarda




kıskançlığın rengi

kıskançlığın rengini gördüm az önce
bej rengi benekti siyah üzerine
dudakların yüzüyordu yelken açmış
yabancı denizlerde
dilin en kuytu köşelerde yılan
en kışkırtıcı gülümsemen
kuş gibiydi yüzünde

kıskançlığın rengini gördüm az önce
gelecekteki eski yüzümde
birden eridi suratımın derisi
aktı karıştı döşemeye
değişim saniyelikti
saçlarım karaya vurmuş yosun
dudaklarım batık gemi
burnum herhengi bir burun
benim olmadığı kesin
bir gözlerim bana aitti
iki siyah boks eldiveni

kıskançlığı gördüm az önce
altında sevgilisi
çırılçıplak seviştiler
kıskançlık ve korku önümde
bu sonsuz bir sevişmekti
frekansı müthiş
aç vahşi
doyuma ulaşmaz
bir gözleri de hep bende
bej rengi benekti siyah üzerine




kağıt kadın

kağıt gibi kuşlar gökyüzünde
kansız damarsız şeffaf kuşlar
tüysüz gagasız

bir kadın uçuyor
çığlık çığlık alabildiğine
dev kanatlı büyük gagalı
kendini asıyor uçurtma gibi
ipini aya bağlayıp




kan aranıyor

kana ihtiyacın var biliyorum
can çekişiyorsun bu gece
sinir tellerini çalıyorsun
koparmak istercesine
renksizsin
gözlerin mağarasından kaçmış iki yarasa
kafanda helikopter böcekleri
benimse bu gece çok kanım var
sana verebilirim bir fil dolusu
akıtabilirim üzerine içine
bu geceye de yeter başka geceye de
kanımda şeytanlar gizli
kanımda minik periler
sana küçük tılsımlar verebilirler
bir gül dolusu




koridorun sonundaki oda

otel odalarında yaşıyor
odası koridorların en sonunda
elinde valiz
kapıdan tam çıkacakken düşünüyorum onu
her taraf toplanmış
hiçbir iz bırakmaz o giderken geriye
sonra yeni bir otel odasında
yeni bir başlangıç

masanın başında düşünüyorum onu
lambası daima açık
hafif kambur
elinde kalemi
birşeyler okuyor ya da yazıyordur
hangi otele gitseniz
koridorların sonunda o vardır
valizi ortada
her an göç etmek üzere hazır




korkunun bahçesi

gece oldu mu salıncakta sallanıyor katiller
korkunun bahçesine gidip
tehlikenin kızaklarını kayıyorlar
dehşetin çemberinden geçerek
pişmanlığın kumlarını kazıyorlar
cinayetlerini gömmek istercesine
her seferinde yemin ederek
ama bir dolunay çıkmayagörsün
hele bir de baykuşlar ötmesin
elleri büyüyor kocaman
gözlerinde bıçak parlamaları
tabanca karanlığı çöküyor yüzlerine
korkunun bahçesine sisler iniyor
kurt ulumaları ordan burdan
kan kokusu alıyor köpekler
salıncakta sallanıyor katiller




limanda kıyamet

limanda gemiler eriyor
ben eriyorum
az sonra denize karışacaklar
ben döşemeye
binip kaçsaydım bir tanesine
denizleri içseydim kana kana
her liman bir başka hayat
gemiler eriyor ben eriyorum
zaman çoktan eridi bile
limanda bir kıyamet
düdükler son nefesinde
binip kaçsaydım kaçsaydım
her düş bir başka ülke




müebbet’in aşkı

ben polisiye aşkları severim
bol sirenli frenli
kelepçeler ışıldamalı
aşkım bombalı pankart
fena halde hırsızımdır
kundaklama kucaklama bende
ırza geçme eyvallah
mermilerim sıcak bıçağım parlak
aşkım başlı başına bubi
sevdim mi boylu boyunca cinayet




metrolar ülkesi

ağızlarından alevler saçan birer ejderha metrolar
korkunç gürültüleri kendileri gelmeden duyulan

karınca ülkesi metrolar
nasıl kurulduğu bir türlü anlaşılamayan
her renkten her dilden karıncaları olan

camel trophy metrolar
her seferinde büyük serüvenler yaşanan

tansiyonu yüksek gerilmiş tel metrolar
korkunç kavgalara gebe olan

izleyicileri gürültücü konser salonu metrolar
hep isimsiz müzisyenleri çalan

birer yalnızlıkduvarı metrolar
yalnızlığı insanın yüzünde tokat gibi patlayan

kimi zaman hırsız aşkların başlangıcı metrolar
yeni bir istasyonda son bulan

ve beni sana geciktiren hain metrolar
her seferinde yarı yolda kalan




ne zaman onları düşünsem

ne zaman onları düşünsem
hep böyle olurum
midemde yengeçler dolaşır
başımda uçuşur helikopter böcekleri
kulaklarımda kurtlar ulur

ne zaman onları düşünsem
yanaklarımda eski istanbul evleri yanar
dudaklarımdan tuhaf ezgiler dökülür
hep bilmediğim bir yerlere gitmek isterim

ne zaman onları düşünsem
hemen telefonlara saldırırım
kimse yanıt vermez ama
çünkü öyle numaralar yoktur

ne zaman onları düşünsem
içimde gizli kımıldanmalar olur
aklıma sen gelirsin
allah kahretsin
yerin dibine geçerim




onlar benim arkadaşlarım değil

onlar benim arkadaşlarım değil
içkime su kattılar biliyorum
az önce vurdular beni
boylu boyunca yatıyorum
içimden bir gemi kalkıp gidiyor
sonra bir başkası
beyaz mı beyaz
bunun sonu yok
üç köpek havlıyor başucumda
dost değiller anlıyorum
ezanlar okunuyor bağıra bağıra
en fazla arapça
minareler göğü deliyor
gökgürültüsü utanmaz
şimşekler militanca
ardından sinsi bir yağmur
gözlerimde yangın resimleri
istanbul cayır cayır yanıyor
demek günü geldi
gitgide yolcuyuz
az önce vurdular beni
polis ne yapabilir
onlar benim arkadaşlarım değil




paramparça kelebek


gece bin parça toz olursun
kelebek gibi
iki kat daha yalnız iki kat daha aşık
ve on kat fazla umarsız
gece çaresizlikler dev olur
intihar kokusu yayılır ordan burdan
uzak sesler duyarsın
veya çarpık gölgeler dans eder
gece çıplak düşler görürsün
ya da her renkten kediler
bilinçaltını düşünürsün
mavi odalarda soyunursun
niye kırmızı olmadıklarını düşünerek
gece paramparça dağılırsın
kelebek gibi
fosforlu imgelerle şiirin denizinde yüzerek




pazartesi gecesi

vapurlar geçiyor gözlerimden
sarhoş hüzünlü vapurlar
gözleri uykulu yorgun
acı iniltiler çıkarıyorlar

vapurlar geçiyor gözlerimden
en kabadayı en erkek
esmer bıyıklı vapurlar
naralar atıyorlar gece sabahlara dek

vapurlar geçiyor gözlerimden
en çıplak en utanmaz
sessiz seni bana getiriyorlar
cinayetin çoktan işlenmiş olarak




remrandt

bir büyük sofra ki kral sofrası
yemekler henüz yenmiş
çenelerden sarkıyor artıkları
kuş sütleri içilmiş
içkilere devam
kara üzümler şeytan dölü
salkım salkım yenirken
kahkahalardan kristaller çınlıyor
rezillikler en muhteşem
masa altlarından birbirine değen bacaklar
sarkık memelerde gezinen utanmaz eller
bilmem başka nerelerde gezinen
utanmaz eller
kral kucağında oğlanları okşarken
dışarıda idamlara devam
çengilere bakan yok asıl onlar muhteşem
şeytan dölü salkım salkım yenirken
şarap yerine sıcak kan içilirken
birden göz çalan bir ışık belirdi tam tepede
belirsiz bir yazı uçan adamın ellerinde
herkeste dehşet herkeste merak
bütün gözler yuvalarından fırladı
kadehler bin parça
sıcak kanlar en saf h20
kara üzümler elmas
okşayan eller taş birdenbire
nefes almadan duruyor herkes
sanki yüzyıllar aktı bu anın üzerinden
gerçekte saniyeler damladı
aniden göz çalan ışık hiçliğe karıştı
bilinmez adam görünmezliğe
kimse yazıyı çözemedi
dışarıda çığlık atıyor hala darağaçları




saksafon faresi

söylenmemiş sözlerin gürültüsü var içimde
yarım şiirlerse boynumda cellat
kesilmemiş tırnak etleri gibi ölü gözlerin
kurutuyorum defterimin içinde
kelebekleri yaralıyorum yine kimse duymasın
tozlarını dökerek yolluyorum
rengarenk siyah geceye
boyuna havlıyorum sana korkma
bütün tüylerimi döktüm az önce
bir fare yakaladım tam zamanında
girecekken saksafonun içine
girmesin girmesin canım
ertesi günlere bırakıyorum senin davanı
ayağını denk al diye




trenlere binsem

nereye götürür beni trenler
trenlere binsem
at yarışı vagonlar
çığlık çığlık sirenler
aynı pencereden iki kez bakılmaz
aynı ağacı aynı evi
aynı hiçbirşeyi göremezsin


nereye götürür beni trenler
gece sisli peronlara mı sürükler
saatleri genellikle işlemeyen
hep yarı perdeli yüzler
sanki hayalet şehirlerden gelen

nereye götürür beni trenler
kompartımanda karşıma oturan kim
ömür boyu gizlediğim sır
bir gecelik aşk bir ömre değer

nereye götürür beni trenler
hangi cinayete ortak eder
elime bulaşan kimin kanı
tehlikenin saltanatı yaşamaya değer

nereye götürür beni trenler
dolu dizgin nefes nefese
hüzne mi bitmek tükenmek bilmeyen



yaşadın mı da biter

bütün şehirleri acımasızca eskitebilirim
hepsi tükenebilir benim yaşamışlığımla
dar gelir sokakları meydanları
gözümü kırpmadan hepsini terkedebilirim

bütün şehirlerin gökleri bulutludur
ve kaçamak yağmurlar yağar üzerlerine
çünkü ben öyle isterim

yalnızlık gridir
bir başına oturur sokak aralarında
yürekler paramparçadır kaldırımlarda
ızgaralardan kan boşalır
tünellerden ince çığlık sesleri

bütün şehirler yanlıştır aslında
bir o kadar da tehlikeli
her köşe başında hain bir bubi
başında şapkası gözünde gözlüğü
belki kocaman memeli fazlaca dudaklı

bütün şehirler yaşamak içindir
ama yaşadın mı da biter
ya sen onu linç edersin
yoksa o sana ömür boyu ihanet eder



yangın yeri

hain bir makas kesti bizi birbirimizden
gel gör ateşe verdim her yanı
birazdan dumanları görüp çığlık atacaklar
bense gülmeye hazırlıyorum dudaklarımı
alevler alevler duman
iş işten geçmiş olacak az sonra
geç kalırsa eğer çığlıklar yanacak benim de etlerim
kemiklerim kömür olacak
diyorlar ki şiddet var korku var şiirinde ve şehvet
var elbette var
kestiler bizi birbirimizden kestiler
dumanlar aferin dumanlar

eski bir ceket bu asılı duran böyle
bilmem hangi sultan giymiş hangi devirde
yanacak o da yanacak
ve bütün bayraklar
mumlar da yanacak
olsun onlar zaten yanmak için varlar

en büyük mucize kur’an
ve kerim olan kitaplar efendim en fazla sizin
eyvah yanacak surname-i vehbi
aivazovsky gemilerin alev alacak
ve harem ki yanacak kadınlar günahlarıyla içinde
yazık olan kadınlara olacak
biliyorsun günahlar her zaman yaşayacak
yanacak valide-i sultanlar
yıkanırken kurnalardan alevler taşacak
tutuşacak zindanlarda cellatlar
bar bar bağırarak
gel gör gel gör kanunsuz sultan
muhteşem süleyman da yanacak
yanlışlık mı şimdi bu öyleyse yanlışlık hep yaşayacak
yangın yerinde dolaşmak ne güzel
anlaşılmaz bir gazel
insanlar ki insanları hiçbir zaman anlamadılar
hain bir makas mı kesti bizi birbirimizden
yanacak o makas da yanacak



yanlış yolcu

saat geceyarısını çoktan geçti
boş peronlarda yalnızım
son treni de kaçırırsam
bu gece büsbütün sokaktayım
korkmadığımı söylesem yalan olur
üç beş karanlık adam
bir iki garip kadın
ve ben
saat geceyarısını çoktan geçti
yalnızım yabancıyım bu yanlışlar şehrinde
yanlış bir istasyondayım
yanlış bir saatte
yolumu yitirdim
hep yanlış trenlere bindim
doğru bir yerlere götürürler beni diye
üzerime giydiğim kendi yalnızlığım
çıkarsam altında sen varsın
büsbütün yanılgısın
neredeyse sabah olacak
yoksa son treni de mi kaçırdım



NEW YORK BLUES


beyin ıslıkları

beyninin içinde makamsız ıslıklar
bir ben duyuyorum
dudaklarını birleştirip de
çalmayı denesen
yüzün komik haller alıyor
ve çalamıyorsun


değilmi ki her işe birlikte girdik
suç ortağı kader ortağı
ve bu alçak dünyada
yaşam ortağıyız
ben senin yerine de
rengarenk ıslıklar çalarım


sen çayırlara çık
koşan trenleri yakala
kayıp çocukları bulup
ailelerine teslim et
ölmüşlerse bana bile söyleme

gözyaşlarıma balık düşse yüzer
şehvetten arındım diye beni suçlama
afrodizyakları hazırla
bir ölçü cin bir ölçü karadut likörü
soda buz ve akrep kuyruğu
her derdin çaresi bulunur
kaçan trenleri yakalamak benim işim değil
ben senin yerine de ıslıklar çalarım yetişir



bir taksi ağlıyor


bir taksi ağlıyor
gece yarısı sokakta
hüngür hüngür
sarı siyah dama gözyaşlarıyla
telsizi yardım yardım diye bağırıyor avaz avaza
kimse yardımına koşmuyor
bagajı inip
kalkıyor habire
frenleri boşalt da bitsin
bitsin bu keder diye
radyoda bir şarkı

bir taksi ağlıyor
farları sırılsıklam gözyaşlarıyla



bize ne oldu böyle

titanic’te mi battık biz
bermuda üçgeninde mi yittik esrarengiz
biz ne oldu böyle
birşeyleri bir yerde yitirdik
yatağa düşen paraşütler yok artık
cik cik öten uzay gemileri
fasulyelerimi ağaç olmadan kestim

bana ne oldu böyle
söyleseler ağlardım
oysa birer ceviz kabuğu gibi kuru gözlerim

ya sana ne oldu
yunuslar kıpırdaşırdı dip köşelerinde
eskiden olsa acıtırdı sözlerim
hani gergedanlardan nefret ederdin
sen de yalancıymışsın be
bize ne oldu böyle
hangi dağa çarptı gemimiz



boş bahçe

yastığın havlıyor
ben havlıyorum
yoksun siyah saçların da yok
olsan dayardım başımı omuzuna
biliyorum kalbin küt küt
yapıştırma kanatların
kuşlarla yarış ediyor
yine en güzel ormanımı yaktın
beni sensiz bıraktın
yokluğun tıpkı bıçağın kadifeyi kesmesi gibi
kansız

yastığın ağlıyor
ben ağlıyorum
karlar bire eridi gelmiyorsun
kan yok acı var yokluğunda
ardında yine bomboş bir bahçe bıraktın




buzlu şiir


buzda açan lale
buzda dönen mevlana
ak kuş
kara kartal
buz tutmuş kanatlar
rudolf’un ince bacakları
bir balerinin göğe açılan kolları
tanrıya giden buzlu yolda
boy vermiş dikenler
bir kuğunun buzlar üzerinde can çekişmesi
donmuş bir nilüferin cesedi
ve sen ne kadar sıcaksın
meydan okur gibi herşeye
sarkıtların dikitlerin ne kadar sıcak senin
gelsen de bütün buzlar erise




canım balina

anlamsızlığa da anlam yükler onlar
bu onların işi
bense kendimi balinanın kucağına bıraktım
gezdiriyor beni okyanusunda
beyaz dev aksakallı bir balina
bilge mi bilge
gerçek aşk gerçek sevgi
herşeyin anlamı onda
ne zaman elimi kalbime götürüp
balina balina diye seslensem orada
ağırbaşlı dinliyor söylediklerimi
bazen gülümsüyor
canım balina
biliyor musun anlamsızlığa da
bir anlam yükler onlar diyorum
ama bu şairin işi değil diyor bana
onların işi






deja vu
attila ilhan’a

aynı şehirlerde yaşamadık hiç
aynı sislere bulanmadık
onun hep limanları oldu
figüran gemicileri
benimse köprülerim
bir kez bile üzerlerinden geçmediğim

aynı şiirlerde yüzdürmedik gemilerimizi
aynı öykülere girip çıkmadık
filmlerimiz de hep farklıydı
onunkilerde başoyuncu çoğu kez marlene dietrich
gittiğimiz barlar bile benzemiyordu
onunkiler karanlıktı ve merdivenle inilirdi
benimkilerse zil zurna ışık
hayret ona da sorarsan
birbirimizi daha önceden tanıyor gibiyiz



devekuşu

devekuşu tüylerini takınmış
yeraltında yaşıyor
gözlerden uzak
kendini aldattı aldatacak
polis ne zaman kimlik sorsa
( ki bu gidişle hep soracak )
ödü patlıyor
sanki kimliğinden militan fırlayacak
bir eşcinselliği var
dna’sından hatıra
aklınca açık artırmaya çıkarsa hemen satacak
anladık oğlum anladık
bizim karalarımıza da çok gemiler oturdu
pencerelerini aç
yazılarını plastik nehirlerden çıkart
başını kumdan
bir eşcinselliğin var
o da kırıldı kırılacak



tezer özlü’nün anısına
kalanlar

kalanları okuyorum
tezer özlü’den kalanları
ne zaman okusam
ağlatıyor beni yazdıkları
tabii o ben ağlayayım diye yazmamış
sen de ben ağlayayım diye gitmedin
peki sen gittin de senden ne kaldı
haberin olsun
dönmezsen
daha çok ağlayacağım




karabasanların kabukları

ne zaman uyansam
sen yoksun
ben varım yanımda
ve geceden kalan rüyalarımın kabukları
kullanılmış yumurtalar gibi
onları yumurtlayan da kim dersin

su suda boğuldu dün gece
şişmiş cesetlerini gördüm
her bir yağmur damlasının
mosmor olmuş denizin üzerinde

rüzgarsa uçmayı bilmiyordu
sen herşeyi üfürüp uçurduğuna bakma
baş aşağı çakıldı toprağa

ne zaman uyansam kan ter içinde
sen yoksun
ben varım kendi yanımda
ve karabasanların kabukları



kendi içime düştüm

kendi içime düştüm
simsiyah en derin içime
ne yanıma dönsem kaçamıyorum
korkuyu gördüm içimin en dip köşesinde
karşısında yalnızlık
satranç oynuyorlardı
sessiz ciddi ağırbaşlı
satranç nasıl oynanırsa işte

kendi içime düştüm
suya düşen pervane gibi
tozlarım döküldü
pırpır edip çıkamıyorum

balık oldum ahtapot
sonra örümcek
en düşülmez yere düştüm
zümrüt-ü anka oldum
uçamıyorum



king kong kolonyası

şu kolonyolar da olmasa
neyle ferahlayacağız
alkolü 80o limon kolonyası
için mi sıkıldı miden mi bulandı
yalnız mısın
dök kolonyaları başından aşağı
çek içine rahatla
sevişmeden önce
seviştikten sonra
kavga sırasında
korku anında
limon kolonyası
hem de bu yabancı ülkenin tam ortasında
gerçekdışı bir imge gibi
hoşgeldin güle güle
gökdelenlerin tepesinde
king kong yerine
limon kolonyası



koridorun sonundaki oda-2

otel odasında
masasının başında
lambası açık
elinde kalemi
sırtı hafif kambur
öylece kalakalmış
koridorun en sonundaki otel odasında
valizleri toplanmış
belli ki yine uzun bir yolculuk hazırlığındaymış

geldiler
hiçbir iz bulamadılar
yeni bir otel odasında
yeni bir son yazıyordu kağıtta
her koridorun sonunda
yeni bir başlangıç yazdığı gibi



korkunç gölge oyunları

gözümü açsam
uykulardan yakamı kurtarıp
korkunç gölge oyunları gerçeğin
zenne’yi asıyorlar küpelerinden darağacına
tek suçu zenne olmak
oysa o gururlu mu gururlu
gıkı çıkmıyor

gözümü kapasam
hacıvat baş sahtekar
el etek öpüp düzen bozan
karagöz’ün gözleri kapkara
gelecek günler gibi
değil mi ki zenne’ye acımadılar
söyleyecek söz bulamıyorum.



lafayette

önce kuşlar uçuştular havuz başında
sesizliğe kanat sesleri ekip
yeşil tahta sandalyeleri
natürmort durağanlığında
havuza sular işedi heykel çocuk
bu en görkemli günleriydi lafayette’in
rengarenk fransız küstahı günleri
şimdi haraç mezat satılık ne varsa
mankenlerin kolları kafaları beş on dolara
bacakları daha pahalı nedense
birkaç parça sütyen kalmış yüzde elli indirimde
baygın parfümler ve renkli takılar
satılmayı bekleyen
lafayette yazan harfleri bile satılık
ben kendi harfimi bulamadım ama
sahi neden daha pahalı mankenlerin bacakları



mektuplar

mektuplar uçuşuyor gökyüzünde
kanat kanat pul pul mektuplar
içleri özlem dolu sitem dolu kırgın mektuplar

mektuplar şişe şişe denizin üzerinde
ağır aksak geç kalmış mektuplar
sevgiliye yazılmış dosta yazılmış
anneye yazılmış mektuplar

mektuplar çuh çuh tren rayında
kimi ezilmiş kanıyorlar
en çok kanayanlar ki
belki de yazıldıklarına pişmanlar

mektuplar bisiklet pedalına takılmış
gülümseten hüzün veren mektuplar
en güzelleri henüz yazılmamışlar



new york blues

new york kayıyor ellerimden
sen avuçlarımdan düşüyorsun
su birikintileri içinde yüzüyor manhattan
olabildiğince kübik
siyah beyaz bir fotoğraf gibi
chrysler’ı galata kulesiyle karşılaştırıyorum da
biri kristal avize
öbürü ampulu patlamış masa lambası
sense modigliani’nin
yok yok
matisse’in tablosundaki figürler gibisin
parmaklarımdan kayıyorsun isteğim dışı
e.t.’cilik oynuyoruz sistine chapel’inde
hüzün dizboyu
bense senin sırtından düşüyorum
paldır küldür gerçeğin çekirdeğine
işte yine canımı acıttı minareler
hoşçakal canımın içi
bye bye orospu new york



postacıya şiir

siz hiç postacıya mektup götürdünüz mü
bir zarf içinde selam taşıdınız mı postacıya
yaşam bu denli gülünç ve hüzünlü
senin de mi bisikletin yok postacı



sırlarımız var

sırlarımız var birbirimize söylemediğimiz
ikimiz de birbirimize şüpheliyiz
onunkiler duman altında kalmış
bir şehrin en debdebeli
en çılgın çeyreğinde
karanlık bar köşelerinde yaşanmış
ressamların boyalarında akmış
tanıkların çoğu da hayatta değil şimdi
benimkilerse kessen sır vermez
söyleyin acaba hangimizin işi daha kolay
o ustaca söylenenleri yalanlıyor
bense ondan daha tilki
sırlarımız var
belki de kendimize bile söyleyemediğimiz



sahte telsiz

telsizimden sahte mesajlar yayılıyor etrafa
dört bir yanım ses geçirmez oda
ölürken bir ah sesi duyamayacaklar
kemiklerim ateş istiyor
toprak sağlığımla dost ol
siz de melamin gözyaşlarınızı silin
naylon peruklarınızı çıkarın
balmumu maskeleriniz erisin
iyi insanları da gözden çıkarıyorum artık
gözüm dervişlerin dergahında
telsizimde sahte bibip sesleri
yanlış mesajlar gönderiyorum etrafa
olsun zaten telsizim de sahte



sana ne oldu böyle

sana ne oldu böyle gidiyorsun
beni yolda bir taş gibi bırakıp
hem gideceğin yerleri iyi biliyor musun
gece tehlikeli olabilir sokakları
tuzaklar çıkabilir yoluna umulmadık
aynalara bakma
içine çekebilir sırları
sokak lambalarının altında beklemek de tehlikelidir
hele büyük şehir saatlerinin altında kimseyle buluşma
umulmadık kişiler karşına çıkabilir
polise falan da bulaşayım deme

anlaşıldı anlaşıldı
bu defa seni kandırmak olanaksız
sana ne oldu böyle
kanatlarımdan vurup beni gidiyorsun



savaş demek çıplaklığı

soyundukça tehlikeli oluyor bedeni
silahlar sallanıyor çıplaklığından
buz gibi tabancalar kanlı bıçaklar
en olmaz yerlerinde
uçaksavarlar
top tüfek mermi ne ararsan var
hele bir yeri var ki mayın tarlası

soyundukça alarma geçiyor bedeni
karartma başlıyor
bombardımana hazır uçaklar
savaş demek çıplaklığı



sen de ağladın

sen de ağladın
hadi itiraf et
beni her suçlayışında
zayıf görüşünde
ağladığım için
gözlerim yağmurdan daha ıslak olduğu için
sen de ağladın
biliyorum
senin de balıkların susuz yaşayamıyorlar çünkü
belki sen benim gibi tabakların içine
çarşaflara ağlamadın
tuzlu göllere ya da açık denizlere
gidip ağladın
ama ağladığını biliyorum
itiraf et



sevda siyanür

portakal dilimleri gibi yanyanayız
hani birini koparsan
hepsi birden ağlayacak
biz de işte biraz ayrı kalsak
özlem portakalın asidinden çok
özlem hüngür hüngür tuzlu
durum böyleyken
nasıl olur da
ver elini ayrılık deriz
sevda bitişik
sevda siyanür
sevda portakalın dilimlerinden çok



the şehir

sen şimdi ne yapacaksın o kılçığı çıkmış şehirde
süleymaniye yıkıldı yıkılacak
haliç yaşlı bir travesti
ansızın kimliğini sorsan şaşıracak
kız kulesinden hayır bekleme
zaten ömrümde hiç kız görmedim kulesinde
romantik kırmızı gün batımlarıysa
hava kirliliği demekmiş
onu da öğrendik
konuştukları dile bile artık yabancısın
sen o şehirde simit yesen
çay içsen ne olacak
çocukluk günlerin de geride kaldı
o şehir ki imparatorlukların metresi oldu
şimdi kahkahalar atıyor arkalarından
sanıyor musun ki seni hatırlayacak



travesti

senin giysilerine büründüm yokluğunda
dolabını açıp herşeyini giyindim
saçlarımı da tıpkı seninkiler gibi kestim
görsen sen sanırsın beni

gülümsemeni unutmuşsun
ince bir karpuz dilimi gibi gülümsemeni
bilsen kendime nasıl yakıştırdım
bıyıklarını taktım giderken bıraktığın
sinek ölüsü bıyıklarını

senin şemsiyenle yürüdüm yağmurlarda
senin şemsiyenle ölesiye ıslandım
artık seni daha iyi anlıyorum



vesikalık aynalar

siyah beyaz
vesikalık aynalar
sırları bozuk
kırık aynalar
öyle duruyorlar ki
sanki bir adım atsan
başka hayatlar ülkesi
ne zaman içlerine baksam
gördüğüm kendim değilim
yabancı suratlar
gülümseyin çekiyorum
vesikalık aynalar



Özdemir Asaf’ın anısına
yalnızlık paylaşılmaz

elinde boş tasmalar
olmayan köpeklerini işemeye çıkarmış
aklınca birisi beyaz öteki siyah
bir ağacın dibinde duruyor
sonra öbürünün
köpekler koşunca o da koşuyor
birkaç sohbet diğer köpek sahipleriyle
biraz top yakalamaca
köpeklerin dili bir karış dışarıda
yorgunluktan hararetle soluyorlar
eve gitme zamanı
yalnızlık paylaşılmaz
köpeklerinin adı



zamanı giyinmek

tüm giysilerini soyundu
çırılçıplak bedeni
bir saati kaldı kolunda
simsiyah kol saati
saati giyindi zamanı giyindi üzerine
kara bir çarşafı giyinir gibi
yıllardan uzay çeyreği mevsimlerden kış
günlerden salı
hayat hep böyle içinden geldiğince
tıkır tıkır işliyor saat
kıpır kıpır işliyor bedeni
zaman ki soyut
eridi aktı
dali’nin tablosundaki gibi
yelkovanla akrebin birleştiği nokta
şimdi en dakik yeri



PORTAKAL TEK MEYVE DEĞİLDİR

çadır sirki

dün sen yoktun ya
kimler yoktu ki burada
palyaço geldi
ağlarken gülmenin sırrını öğretti bana
cambaz dengeli olmayı
aslan terbiyecisi korkarken cesur görünmeyi
jonglerdense atıp tutmayı öğrendim
görecektin
nasıl fok balığı gibi
el çırptım öğrendiklerime



ölümünüzü erteleyebilir misiniz


ölümünüzü erteleyebilir misiniz
benim için ölümünüzü
hi değilse yaza dek
maskesiz geleceğim bu defa
sizin yüzünüz de gölgesiz olmalı aydınlık
yine karşılıklı geçeceğiz
aramızda yine camlar olacak buğulu
ah hep o yanlış anlaşılmak
tıpkı benim gibisiniz
yok demeyin öylesiniz
kimi zaman mektuplat yanıtsız
kimi zamansa şiirler bile yetesiz
ölümünüzü erteleyebilir misiniz benim için
göreceksiniz yaz nasıl da güzel olacak



istersen yine git

sana her zaman kapım açık
gel şiirime gül düşür
yangın zamanlarında da sevdim seni ben
şimdi bunlar kolay sevgiler
sonra yine gitmek istersen git
benden daha pastelse gideceğin yerler
bebek gülücükleriyle bekliyorum bu defa seni
yeni doğmuş kokularımla
sen de henüz tomurcuklanmış kanatlarınla gel
üzeinde bembeyaz melek elbisesi
sonra yine istersen git



ağzı kelebekli kız

ağzı kelebekli kız
pırpır ediyor kanatları dudaklarının
kelebek mi seni öpüyor
sen mi onu
bu ne rengarenk öpüş
bu nasıl böyle yumuşak
böyle saydamını görmedim hiç
böyle yalınkat
ağzı kelebekli kız
pırpır ediyor kanatları dudaklarının



asılsız ihbarlar

asılsız ihbarlar duyarsan hakkımda
sakın inanma
dedim ya hepsi asılsız
sana heykel oluşumu çekemiyorlar
hem de sfenksten
isviçre malı çakıyla
oyacağım gözlerini yalancıların

oysa ki yalnızlığın çanlarını çalıyorum
masumiyetin takkesini takıp
sensizliğin tarikatına kapandım
ama sen yine de habersiz gelme
ne olur ne olmaz
dedim ya sana sfenks oluşumu çekemiyorlar



başka kadınlar

bu kadınlar başka
saçları fazla kirpikleri fazla
dudakları balon kırmızısı
yanakları cinayet
başka bir gezegenden düşmüşler
sanki yanlışlıkla

bu kadınlar başka
sesleri yanlış çalınan konçerto
mi çıkacakken hep do
memeleri dondurma üzerine konan fıstık
hep ayıp laflar ağızlarında

bu kadınlar başka
gerçeküstücü bir sanatçının yapıtları gibi
en olmadık yerlerinde en olur şeyleri gizli
modern sanatlar müzesi

bu kadınlar başka
gündüz oldu mu can çekişiyor kadınlıkları
perdeler kapanıp aynalar ters çevriliyor
gözlerinde hüzün gittikçe artıyor
elleri büyüyor sonra ayakları
devleşiyorlar aydınlıkta
yüzlerinde yanlış dikenler
ansızın boy veriyor

bu kadınlar başka
geceye yatıyorlar yeniden doğmak için
karanlık bastırıp da gece oldu mu
hepsi birden en fazla kadın
artık caddeler kaldırımlar onların
kahkahaları duyuluyor
sislerin ardından
gecenin vampirleri
en sivri dişleriyle kan arıyor
1989




bana bir şiirlik borcun var

bana bir şiirlik borcun var
onu öde ben gideceğim
anladın sen benden de tehlikelisin
ateşle sevişiyorsun günde sekiz saat
alev alev tuttuğum her bir yerin

sen ne benim olabilirsin
ne ben seni ateşle paylaşabilirim
gözlerimi istedin saçlarımı
istiyorsan alabilirsin
bana bir şiirlik borcun var
onu öde ben gideceğim



cinnet şehri

cinnet şehrinin ortasındayım
durup durup her taraf kanıyor
hangi yana kulak versen
ya çan sesi duyarsın ya siren
bütün şehir çığlık çığlığa bağırıyor


hırsız alarmları bana çalıyor
hiç bilmediğim istasyonlarda duruyor trenler
son trenlerin içinde hep ben

kıpkırmızı yangınlar şehrinin ortasındayım
ne yana dokunsam
alev alıyor her yer
yabancı evlerde yaşıyorum
yabancı yataklarda uyuyorum
çarşaflar parlıyor aniden
yandım yanacağım korkuyorum

sonu gelmez serüvenlerin don kişot’uyum
yel değirmenleri hep ters dönen



Frida Kahlo’nun anısına
dikenli taç

sen de mi dikenli tacı giydin
bir ormanın orta yerinde
boynun kanıyor
anımsıyorum üzerindeki bu yeşil elbise
simsiyah saçlarında
rengarenk kır çiçekleri
kulağına astığın küpe diye
kimin böyle kanlı eli
gece gelmek üzere
birazdan çakallar çıkar
hatta akbabalar
sen niye dikenli tacı giydin
kıpkırmızı üzerindeki yeşil elbise



evler

fakir evler görüyorum geceleri
lambaları savaş sırasında karartma
duvarları çıplak
odaları kalabalık
camları fazla rüzgarlı fakir evler

yalnız evler görüyorum geceleri
kedileri pencere önlerinde
duvarlarında çerçeveli yitik yaşamlar
kitapları sonbahar
küçük masalı yalnız evler

mutlu evler görüyorum geceleri
lambaları sanki dolunay
pencere önlerinde gülen biblolar
kocaman masalar büyük koltuklar
perdeleri açık mutlu evler

korkunç evler görüyorum geceleri
kapkaranlık ıssız evler
kimler yaşıyor bilmiyorum
hangi tuhaf insanlar
koyu perdeleri sımsıkı örtülü
içerisi görünmez
bazen gölgeler yürüyor perdeler üzerinde
merak ediyorum
ama biliyorum zili çalsam açan tehlike



floresanlar

bu floresanlar böyle buzul kat
fabrika sabahları
metro karanlıkları
göz ağrısı baş ağrısı
bu floresanlar işkence rengi
mavi ay aydınlığı
nefret ettiğim sorgu sual akşamları
yoksulluğa davet kurtlaşmaya çağrı
bu floresanlar bol buzlu bir içki
senin ellerinden içtiğim



gökgürültüsü gülü

dün gece sabaha karşı
şimşek girdi penceremden içeriye
yağmur henüz başlamamıştı
elinde kıpkırkımız gökgürültüsü gülü
gülün saçları ne kadar siyahtı

bütün odaları dolaştı şimşek
içime girdi çıktı
yaladı bütün vücudumu
gidereken yatağıma
gökgürültüsü gülünü bıraktı

camlar paramparça oldu
aynalar alev alev
bıçaklar kan içinde
derken çığlık çığlığa yağmur
gülün saçları ne kadar siyahtı



gecenin aşıkları

yine ıshak kuşu çığlık çığlığa
demek yine geceyarısı
ve ay hanım gökyüzünde
herzamanki yerinde
makyajı bol yüzü parıl parıl
gülümsüyor fazlasıyla şuh
bilmem ne bu neşe

ve yine ben dört dönüyorum yatakta
insanlık adına
delirmeme çeyrek var
intihar krokileri cinayet taslakları
yastığımın altında

birden ishak kuşu çığlık çığlık
en çapkın sesiyle
ay hanıma bakıp gülüyorum
sanki neşesini anladım



kozmik ötesi aşk


merih’liydi sevdiğim
ya da başka bir gezegenden
kozmik bilinç ötesiydi aşkımız
şahane bir uzay gecesinde tanışmıştık
ben hiçbir renkte olan
uzay içkimi içerken
birden onu gördüm
tepeden tırnağa dayanılmaz bir uzaylı
beni yeşil dudaklarıyla öptü
benimkiler kırmızı diye utandım
saçları yanıp sönen yedi renkte ışıktı
gözleri fosfor
muhteşem bir uzay gecesinden sonra
artık ben de ondan çok uzaylıydım
o benden daha fazla dünyalı



martini

martini içtim
ondan tam on yıl sonra
on yıl önceki kıskançlığımı içtim
onu şişenin içine atıp öyle içtim
tekilanın şişmiş kurdu gibi
çırpındı çırpındı bağırdı
istesem onu alıp bardağıma koyabilirdim
dinleyebilirdim yine yalan sözlerini
hatta inanabilirdim de
bir bardak içtim
şişeyi çöpe fırlattım


melodram

geceyi bir yudumda yuttum
o korktuğu için
gecenin gizlerinden
ışıl ışıl her taraf şimdi
bayram şenliği gibi

gecenin tüm tehlikelerini ben giyindim
hırsızlar polisler
katiller fahişeler
kurtlar çakallar hayaletler
suçlara ve ihbarlara büründüm

şimdi o aydınlıklara kapıldı
benden ışık ışık korkuyor
tıpkı karanlıktan korktuğu gibi



metamorfoz

ben gemilerle uçtum
eski zaman denizlerinde yüzdüm
karanlık dehlizlerde yaşadım
farelerin sırtında gezdim

simsiyah giyinirdim
güldüm mü kan sızardı
yılanlarla seviştim
her bir tırnağım akrepti
tükürdüm mü jilet tükürürdüm
gözlerimden yarasalar uçardı
saçlarım baykuşların barınağı
her kahkahamda akbaba çığlıkları

sonra işte sizi gördüm
farelerin sırtından indim
yunus balığı getirdi beni
güldüm size güller verdim
gözlerimden yıldızlar kaydı

herşeyimi soyundum
bütün akrepler kaçtı baykuşlar uçtu
ama bir de gördüm ki
sizin koynunuzda da bir yılan vardı



portakal tek meyve değildir

ruhun bedenini yenmeli
ruhun bedenini yenmeli
-n’olursunuz durun yapmayın
-bir şey söyle seviyorum onu anne
durmayın daha hızlı
daha güçlü çalın piyanoyu
ilahilerinizi daha yüksek söyleyin
bu şeytan kovulmalı
yedi gün yedi gece
bacaklarını bağlayın
sonra kollarını
yüzlerinden okunuyordu günahları
kutsal kilise adına bağışla onları tanrım
-ne güzeldi vücudu
-ne kadar yumuşaktı teni
-gözleri ne kadar sıcak
-nefret ediyorum onlardan
-kiliseden annemden portakallardan
ruhun bedenini yenmeli
ruhun bedenini yenmeli
-yeter daha fazla istemiyorum
-portakal tek meyve değildir anne
1990


röntgenciye notlar

bir dürbünle renklenebilir dünyanız
hele bir de dürbününüz kırmızıysa
tıpkı benimki gibi
her perdenin açılışı yeni bir film
her an bir cinayete tanık olabilirsiniz
ya da fazlasıyla müstehcen bir aşk pozisyonuna
tüm gariplikleri izleyebilirsiniz
burnunuzun ucunda
düş dünyanız genişse
bu daha da mükemmel
her pencerenin açılışında bir öykü gizli
bir de dürbününüz kırmızıysa
tamamı renkli sayısız film
seyreyleyin


sırça kız

eli kuşlu kız
bembeyaz kuşlu kız
kıpır kıpır kanatları
bıraksa on parmağı birden uçacak

eli çiçek kız
rengarenk çiçek kız
sanki çığlık çığlığa
hepsi birden açacak

yüreği kristal
tutsan hemen kırılacak
gözleri hüzün kız



Frida Kahlo’nun anısına
saçlarına ne oldu

saçlarına ne oldu
sağ elinde duruyor katil makas
gizleme
neden suskunsun
duvardaki tabloları niye indirdin
oda bombaş
bir turuncu halı ve sarı sandalye
ya üzerindeki bu erkek elbisesi
saçlarına ne oldu
bir tutamı sol elinde
öbürleri dağılmış döşeme üzerine
senin değiller artık
kanamıyorlar bile
sanki yosun sanki ahtapot
sanki yılan
saçlarına ne oldu
gözlerin korkutuyor beni



saint pancras

saint pancras’ın ışıkları yanmıyor
saint pancras gece oldu mu zenci
gotik kubbesi tam onikiden deliyor ğöğü
hırsızca bir yağmur yağıyor bu gece üzerine
saat gecenin en doberman hali
saint pancras’ın saati hiç yanılmaz
sanki harikalar ülkesindeki tavşan
sayısız odası var
hepsi birbirinden karanlık
küçücük kemerli pencereleri
saint pancras ki bir anıtsal mimari
gündüz oldu mu yüzlerce yolcuyu ağırlayan gar
gece oldu mu muhteşem bir yalnızlık abidesi



self-portrait

sizin portrenizi gördüm
kendi çizdiğiniz
yine düşler kuruyordunuz
sizi gizlice seyrettim
gözleriniz ilk kez böyle gördüm
sanki iki ejderha
ya dudaklarınız o belli belirsiz gülümseme
sıcak bir yaz günüydü
şimdi siz anımsamazsınız
güneşli odanızdaydınız
kapınız aralık
yüzünüzde sayısız ışık gölge
sizi ilk kez böyle çıplak gördüm



sen beni hiç bilmedin

sen beni hiç bilmedin
vedasız siyah bir gecede yitip gittin
siyah saçlarınla
senin ismin acı veriyordu bana
senin şarkıların dansların hüzün
gülebilirdin yaptıklarıma
istiyorsan kızabilirdin hatta
sen beni hiç bilmedin
dans et şimdi
kırmızı bir gül ağzında
ne kadar gizlesen de
gözlerindeki hüznü gördüm



son serüven

gidebileceğim kadar uzaklara gidiyorum
ta uzakların sapına dek
serüvenler ülkesine uçuyorum
bir zümrüt-ü ankanın kanatlarında
yer cüceleriyle devlerin birlikte yaşadığı
delik deşik gökler ülkesine
ızgaralarından dumanlar sızan
farelerin kaplumbağaların hüküm sürdüğü
gecelerin çığlık çığlığa bağırdığı
gariplikler ülkesine
gidebileceğim kadar uzaklara gidiyorum bu defa
belki de bu yaşayacağım son serüvenim



telaş

o hep bir yerlere gitme telaşında
ya köşe başlarında
ya durakların önünde
ceketini giymiş kapıdan tam çıkacak
ya da asansörün önünde bekliyor
ayakkabıları onu götürmeye hazır


o hep bir yerlere gitme telaşında
alıp alıp başını gidiyor
sonunda hep geri dönüyor ama
tıpkı benim gibi geri dönüyor

bir gün birlikte gitmeyi denesek
ceketlerimiz giyilmiş
ayakkabılarımız bizi götürmeye hazır
asansör beklemeden merdivenleri koşarak insek
hiç geri dönmesek



uyuyan ozan

çimenlere uzanmış uyuyan ozan
şapkası yana kaymış
elleri boğazında uyuyan ozan
ağaçlar ve evi de uyuyorlar
güneş gitme hazırlıklarında
uyanık olan yalnızca imgeler
lacivert atlar kanatlı balerinler
keman vücutlu adam arp çalan kuş kadın
ve fakir kral

imge bir atın üzerinde şimdi ozan
alabildiğine uzun alan alabildiğine zengin
şatosu muhteşem dev ağaçlar
şapkası başında
elleri belinde
gülümsüyor ozan



yeşil kadın

yeşil kadın
seni yalnızlığa kim astı
kim koydu denizin ortasında bir başına
rüzgarı var karı yağmuru sıcağı var
hangi gelmeyecek gemiyi beklersin
bu gurur bu güç bu heyecan
inanılmaz
yeşil kadın
özgürlük adına tutsaksın ne garip
ilk defa ışıklı bir el gördüm
o da senin
yeşil kadın
bekleme
bence gelmeyecek gemin



zeplin

ne zaman gözlerimi yumsam
hep aklımda sen
ve birlikte gördüğümüz zeplin
sanki okyanusta balina gibiydi devasa
ağır ağır yitip gitti
tıpkı kocaman bir çocuk balonu gibi
bekliyorum o zeplin getirecek seni
gece ansızın pencereme yanaşacak
elini uzatacaksın
ışıklar dökülecek avuçlarından
bekliyorum o zeplin getirecek seni
alıp eski zaman masallarından